Kendi yaratısı olduğu için olabilir mi?
Aksine, tam da kendini görmek istediği şekilde hayal ediyor. Sonra ona biat ediyor. Aslında kendine biatı arzulayanın ve fakat bu arzusu gerçekleşemeyenin, kendini ölümsüz kılma isteğinin bir yansıması. Adalet duygusunun pratikten koparılıp fi tarihine ve öte, bilinmez bir zamana havale edilmesi. Ve zamanla yaratılanın özneleştirilip, yarattığını özneleştirenin nesneleşmesi...Yada bir diğer adı ile "şey" leşme, metalaşma...
Buna sosyolojide, ekonomide ve siyaset biliminde yabancılaşma deniyor. Bununla ilgili sayısız kaynak var. En önemlileri Karl Marks'a ait. Hikaye İsrailoğulları ile ve onların kendi yarattıkları tanrılarıyla pazarlıkları ile başlıyor. Ardından kimi erkler bunu çok karlı bir araç olarak görüp bir kontrol ve tahakküm argümanı olarak kullanmaya başlıyor. Karanlığın hükmü o gün başlıyor. Bunun ilkel uygulaması, en acımasız hali ile köleci toplumda görülüyor. Ardından bunun adı Avrupa için ortaçağ karanlığıdır ve baş rol kilisenindir.
Ardından Rönesans, Reform ve burjuvazinin eskinin reddi üzerinden, eskinin argümanları ile eskiyi yeni olarak sunma çabaları sonucu akla ve bilime akıl almaz bir tahakküm. Tanrının, sadece egemenin hizmetinde yeniden ve yeni bir formda yaratılması. Yabancılaşmanın yeni boyutu. Özellikle ekonomik alanda.
Ömrünüzün bir araba fabrikasında geçtiğini, milyonlarca araba üretip bir araba sahibi olamadığınızı ve bunu mantığa bürüyüp kendi ürettiğiniz arabayı alabilmek için ömrünüzün geçtiği fabrikada karın tokluğuna sahte bir umutla her şeye katlandığınızı, bunu katlanılır kılan şeyin aslında kendi ürettiğiniz arabaya sahip olabilme hayali olduğunu bir düşünün...
Her gün darphanede para basan birinin çocuğuna harçlık veremediğini...Ve fakat parayı kutsarcasına, kusuru kendinde görüp, kendi kendine "daha çok çalışmalıyım" dediğini...
Tarihin en büyük yalanı olarak, bir terzinin kendi söküğünü dikemediğini, bir fırıncının kendi evine ekmek götüremediğini ve fakat verdiği kavgaya ekmek kavgası dediğini bir düşünün. Bütün bunların nedenin üretim araçlarına sahip olunmamasından kaynaklandığını, üretim araçlarını ( Fabrika, makine, bilim, teknoloji vb.) üretenin (İşçinin) bir süre sonra o araçları üreten makinelerin, disiplinlerin, umudu yiten, rıza gösteren ve kabullenen birer dişlisi olduğunu bir düşünün...
Yabancılaşma budur. Kısacası, nesneyi üreten öznenin, nesnenin de nesnesi olması durumu...Kendi yarattığının kölesi olma durumu...
İşte bu süreç tam da yaratılana kulluk ile başlar. Ardından bunu, kullanışlı bir argüman, mekanizma, araç olarak gören, komünal toplum sonrası sınıflı toplumların her egemeni toplumu kolay yönetmenin bir aracına dönüştürür. (bakınız, Toplumlar tarihi ve ya uygarlık tarihi, Server TANİLLİ) .
Bugün, biraz kafa yorsak ,aslında kendi yaratımız olup kölesi, kulu olduğumuz şeylerin sayısının hiç de az olmadığını görürüz. Bu yüzyılda liderliği tartışmasız yeşil kağıt (para) alıyor. Liste o kadar uzuyor ki, bazen basit bir elektrikli ev aleti bile olabiliyor. Bir kanepe, üstünde oturmaya korktuğumuz, ancak misafirimiz geldiğinde kapısını açtığımız salonda konumlanan...Ve en yaygın olarak, kimin kimi kullandığı belli olmayan, tuvalete, yatağa, okula, sokağa, vazgeçilmez bir organımızmış gibi beraberimizde taşıdığımız, her bir şeyi yapıp bir tek var oluş amacı olan iletişim işlevini yerine getiremeyen cep telefonları ve nicesi...
Yarttığımız tanrı , adaleti, iyiliği, güzelliği, doğruluğu her ne kadar kullananın menfaatine göre yorumlanıp araçsallaştırılsa da, yukarıda sıraladığımız ve bizleri yarattıklarımızın nesnesi haline getiren örneklerin yanında o kadar masum ki....En güzel suretimizle resmetmeye devam edelim zararı yok. Yeter ki sanatçı olanın biz olduğunu unutmayalım...Eserini sevmeyen sanatçı istisnadır...Fakat kölesi olana tanık olmadım. Sevgiyle...