Gönüllülük, zorunluluğun kavranmasıdır!
Kötülük her daim her toplumsal yapıda hep vardı ve hep var olacak. Ancak toplumsal yapılar kendisi ne zaman bir bütün olarak kötü zeminde kendilerini var etmeye başladı, işte o zaman kötülük ilk başta kurduğumuz cümledeki gibi münferit olma vasfını yitirdi ve toplumsal bir var oluş aracı haline geldi. Yani örgütlü oldu.
İlk cümlede geçen toplumsal yapı ortaklaşmacı ilkel komünal toplum yapısıdır. Her şey ortaklaşadır ve her ne kadar genetik olarak bencil olsalar da o dönem için insanlar bir arada durmanın ve ortaklaşmanın daha güvenli bir ortam yaratacağının ve gerek beslenme gerekse soyun devamı açısından uzlaşı kültürünün olmazsa olmaz olduğunun idrakına yaşayarak vardıklarından, toplumun çimentosu olarak iyiliği, doğruluğu, güzelliği, adaleti vb. değerleri dokunulmaz yüce değerler olarak var etmişlerdir.
Ancak insan ne zaman ki yerleşik yaşama geçmiş ve ne zaman ki beslenme ve soyun devamı nispeten daha kolay sağlanır olmuş, o ilkel komünal yapı bozulmuş ve yerini köleci topluma bırakmıştır. Bu sınıflı toplumların tarih sahnesine çıktığı gündür.
Bu zamanda bile geniş yoksul kitleler açısından, yoksunluklarından dolayı zayıflıklarını birliktelik üzerinden güçlü kılma adına o eski değerler yaşamaya devam etmiş ancak egemen olan açısından gerek maddi gerekse askeri ve bunun üzerinden sağlanan ruhani güç nedeni ile bu değerler önemini yitirmiştir. Öyle ki; saflarına her katılan ve her yedeklenen için aynı gerekçelerle ortaklaşmacı yaşama ait tüm değerler o günden beri ve hızla aşınmaya başlamıştır.
Ardından yine sınıflı toplum olan feodal toplumda da aynı yabancılaşma ve yozlaşma yine egemen sınıf açısından temel bir baskılama aracı olarak ve güce dayalı ikame edilmiştir.
Halen ,içinde bulunduğumuz sınıflı toplum olan kapitalist toplum ise görece hak temelli bir çıkış noktasına dayandığından ( Rönesans, Reform, Aydınlanma vb.) ve onu egemen kılan ortakları Fransız İhtilalinde omuzdaşları köylüler ve emekçiler olduğundan, bu yozlaşma ve yabancılaşmayı sayısız yol ve yöntem ile doğrudan değil fakat dolaylı yollardan sürdürmeyi tercih etmiş ve sayıları misli misli artan ortaklaşmacıların torunlarını (işçi sınıfı) kendine yedeklemek için de onları bu yabancılaşmanın ve yozlaşmanın aparatı, uygulayıcısı ve gönüllü hamisi haline getirmiştir.
Özellikle kapitalizmin emperyalizme evrildiği bu zamanda benimsenen temel felsefe pragmatizm ile çıkar için her yolun mubah kılınması, toplumu toplum yapan zorunlu dayanışmacı tüm değerlerin hiçleştirilmesini beraberinde getirmiş ve hemen hemen toplumun her katmanında kötülük, türlü gerekçelerle ve meşrulaştırılarak yaşamımızın olağan bir girdisi ve çıktısı haline gelmiş.
İlkel komünal toplum harici tüm toplumlarda çok yoğun bir dini ve hukuki baskı vardı. Bu baskı her dönem ve artan şiddette bu gün de devam ediyor. Ancak buna rağmen kötülüğün tırmanışında ve olağanlaşıp sıradanlaşmasında paralel bir ivme varsa, buradan çıkarılacak tek sonuç bu iki alanın birbirini beslediğidir.
Nitekim bugün gücü elinde bulundurduğu için kendini garanti altına alıp ortaklaşmacı yaşama gerek duymayanlar aynı zamanda hukuku da dini de tekellerinde tutanlardır. Bu bile bunun için yeteri bir kanıttır. Bu kanıt bize tek bir şey söyler: Hastalığın kendisi çare olamaz.
Bunların olmadığı bir dünyada birbirimize mecburiyetimiz mecburi toplumsal çimentolar gerektirir. İyilik, doğruluk, güzellik ve adaletten daha güçlü çimento olabilir mi? Böylesi bir ortamda emin olun herkes önce kendisi için sonra yine kendisine döneceğinden emin olarak başkalarının iyiliği için iyiliğin mücadelesini vermek zorunda olacaktır. İlkel komünal toplum bunun kanıtıdır. Ötesi; iyiden, güzelden ve doğrudan yana hakça bir dünyanın inşasının mücadelesini verenlerin en büyük özlemi de, toplumsal olarak en üst refah seviyesinin bu en eski ve en alt ahlaki temelin üzerine inşasına yönelik özlemini ifade eden komünizm mücadelesidir.
Öyle ki; Bu özlemle inşa olacak toplumun ahlaki seviyesi ile ortaklaşmacı tercihi, demokrasiyi, iyiliği vb. bile bir ihtiyaç olmaktan çıkaracak denli “biz” olgusuna dayanacaktır. Varın artık burada din baskısının ve hukuk kurallarının neye hizmet edebileceğini veya edemeyeceğini siz düşünün.
İnanan ile inanılanın ötesinde aracıya dayanan dinin halkların afyonu, güce dayanan hukuku ise egemenin sopası olarak tarif edilmesinin temel dayanağı budur.
Ve evet; Bunların bu içerikle olmadığı bir toplumda, insan iradesi, toplumsal bir varlık olarak “BEN” i var edebilmek için “BİZ”i var etmek zorunda olduğunu kavrayacağından, gönüllü olarak kötülükten sakınacak ve iyiliği tercih edecektir. Nitekim ustaların gönüllülüğü, üstün, erdemli insanın “zorunlu olanı kavraması” şeklinde tarif etmesinin temelinde yatan sebep budur.