Bir bireyin, her argümanını sistematik biçimde çürüten ve savunmalarını baştan geçersiz sayan bir heyet karşısında “deli olmadığını” kanıtlama talebi, ilk bakışta makul görünse de, felsefi, antropolojik ve psikiyatrik açılardan incelendiğinde epistemik olarak sorunlu bir durum ortaya koyar. Bu tür bir talep, özünde yalnızca bireyin akıl sağlığını değil, aynı zamanda bilginin nasıl üretildiğini, kimin sözünün geçerli sayıldığını ve normalliğin hangi güç ilişkileri içinde tanımlandığını sorgulamayı gerektirir.
Felsefi açıdan bakıldığında, “delilik” iddiası, Karl Popper’ın bilim felsefesinde tanımladığı biçimiyle yanlışlanabilirlik ölçütünü karşılamaz. Bir bireyin tüm savunmaları, önceden “patolojik düşünce” varsayımıyla yorumlandığında, ortaya çıkan iddia ne olursa olsun doğrulanmış sayılır. Bu durum, akıl sağlığına ilişkin yargının bilimsel değil, öncül yüklü ve normatif olduğunu gösterir (Popper, 1959). Böyle bir çerçevede bireyin savunması epistemik değerden yoksun bırakılır; çünkü savunma, kanıt değil semptom olarak okunur.
Bu mekanizma, Michel Foucault’nun delilik tarihine ilişkin analizleriyle daha da görünür hale gelir. Foucault’ya göre delilik, modern toplumda yalnızca tıbbi bir kategori değil, aynı zamanda sapkın söylemlerin dışlanmasını sağlayan bir iktidar aracıdır. Akıl ile akıl dışı arasındaki sınır, tarihsel ve kültürel olarak inşa edilmiştir ve bu sınırın kim tarafından çizildiği, kimin konuşabileceğini de belirler. Deliliğin tanımlandığı noktada bireyin sözü, en baştan geçersiz kılınır ve böylece kendini savunma imkânı ortadan kalkar (Berrios, 1996). Bu bağlamda “deli olmadığını kanıtlama” talebi, bireyin konuşma hakkının zaten askıya alındığı bir zeminde ortaya çıkar.
Antropolojik perspektif, bu durumu normallik ve sapma kavramları üzerinden değerlendirir. Antropolojiye göre akıl sağlığı, evrensel ve değişmez bir gerçeklik değil; kültürel normlar, ahlaki beklentiler ve toplumsal düzenle şekillenen bir kategoridir. Bir toplumda “makul” sayılan düşünce biçimi, başka bir bağlamda sapkın ya da tehlikeli olarak algılanabilir. Bu nedenle bireyin “akıllı” olup olmadığına dair yargı, biyolojik olmaktan çok, sosyal ve kültürel kodlara dayanır. Bu durum, psikiyatrik tanının kaçınılmaz biçimde değer yüklü olduğunu da gösterir (Fulford, 1989).
Psikiyatri alanında yapılan ampirik çalışmalar, bu teorik çerçeveyi deneysel olarak desteklemiştir. Rosenhan’ın klasikleşmiş çalışması, birey bir kez “akıl hastası” etiketiyle tanımlandığında, tüm davranışlarının patolojik olarak yorumlandığını ortaya koymuştur. Normal duygusal tepkiler, sıradan ifadeler ya da mantıklı açıklamalar dahi tanı lehine delil olarak okunmuştur (Rosenhan, 1973). Bu bulgu, delilik iddiasının kendini doğrulayan bir yapıya sahip olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir.
Felsefi etik ve sosyal epistemoloji literatürü bu durumu “epistemik adaletsizlik” kavramıyla açıklar. Fricker’a göre bazı bireyler, kimlikleri veya onlara yöneltilen etiketler nedeniyle sistematik olarak daha az inandırıcı kabul edilir. Bu durumda bireyin söylediği şeyin doğruluğu değil, söyleyenin konumu belirleyici olur. Akıl sağlığı bağlamında bu, kişinin sözünün sırf “hasta olabileceği” varsayımıyla değersizleştirilmesi anlamına gelir (Fricker, 2007). Böyle bir ortamda rasyonel tartışma mümkün değildir.
Sonuç olarak, her argümanı otomatik biçimde çürütülen bir bireyin, deli olmadığını kanıtlama girişimi mantıksal olarak imkânsızdır. Çünkü bu talep, adil olmayan bir ispat yükü içerir; savunma ile suçlama arasındaki sınırı ortadan kaldırır ve bireyin sözünü baştan geçersiz sayar. Bu noktada sorun bireyin akıl sağlığı değil, aklı değerlendiren epistemik ve kurumsal çerçevenin kendisidir. Felsefe, antropoloji ve psikiyatrinin kesişiminde ortaya çıkan ortak sonuç şudur: Delilik çoğu zaman bireysel bir ruhsal bozukluk değil, susmayan ya da uyum göstermeyen söylemin toplumsal düzende nasıl konumlandırıldığıyla ilgilidir.