Hiçbir filozof hayatını boşlayarak huzura ulaşılabileceğini öne sürmemiştir. En eski felsefi akımlara döndüğümüzde Lao Tzu felsefi karşımıza çıkar: Çin Zhou Hanedanı egemenliğinin bozulmasıyla MÖ 6. yüzyılda bir iç savaşın eşiğine doğru sürüklenmişti. Bu değişim yöneticilerden ve hakimlerden oluşan yeni bir sosyal sınıf doğurmuş ve bu sınıf egemenliklerinin etkisini arttırmak için yeni düzenlemeler yapmanın peşine düşmüşlerdi. Bu memurlar tarafından üretilen geniş fikirler yelpazesi de Yüz Düşünce Okulu olarak tanınmıştı. Ancak Çin felsefesi politik uygulamalardan gelişmiş olduğundan dolayı kozmosun yapısından çok ahlak ve etik üzerine yoğunlaşmıştı. Tao kavramını anlamak için eski Çinlilerin sürekli değişen dünyayı nasıl gördüklerini bilmek gerekir. Onlara göre değişimler döngüseldir, gece ve gündüz, yaz ve kış gibi sürekli bir durumdan diğerine geçerler ve bu değişimler birbirine karşıt olarak değil, biri diğerinden çıkan bağlantılar olarak görülürler. Bu durumlar aynı zamanda bir bütünü oluşturan tamamlayıcı özelliklere sahiptirler. Değişim süreci tao'nun bir ifadesi olarak görülür ve dünyayı oluşturan 10.000 görüntüye neden olur. Lao Tzu Tao Te Chingde insanların bu 10.000 görüntüden sadece biri olduklarını ve özel bir statüleri olmadığını söyler. Ancak isteklerimiz ve özgür irademiz nedeniyle lao'dan sapabilir ve dünyanın uyumlu dengesini bozabiliriz. Erdemli bir hayat sürmek tao ile uyum içinde hareket etmek anlamına gelmektedir. Ancak Tao Te Ching'de verilen bilgiye göre tao'yu izlemek de çok basit bir mesele değildir. Tao hakkında felsefe yapmak da anlamsızdır çünkü bu, insanların kavrama yeteneklerinin ötesindedir. Wu (var olmama) ile karakterize edilir, bu yüzden de tao'ya göre yaşamanın tek yolu "eylemsizlik” anlamına gelen wu wei'dir. Lao Tzu bununla “yapmamayı" değil doğayla uyum içinde kendiliğinden ve sezgisel olarak hareket etmeyi kasteder. Bu da isteksiz, hırssız ve sosyal geleneklere geri dönmeyi gerektirir.
Siddharta Gautama ise acı çekmenin evrensel olduğunu fark etmiştir. Bu varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır ve acı çekmenin esas nedeni istek ve beklentilerimizi karşılayamamamızdır. Gautama’nın “bağlılık" adını verdiği bu istekler sadece duyusal isteklerimizi ve dünyevi hırslarımızı değil temel bir içgüdü olan kendini korumayı da içerir. Bu bağımlılıkları doyurmak sadece kısa vadeli bir doyum sağlar ama zihnin huzuru ve gönül ferahlığı anlamında mutluluk getirmez.
Yine Arthur Schopenhauer'un felsefesine baktığımızda kendisinin felsefesinin ilkesel bir kavramı irade kavramıdır. Dünyanın özü ve gerçekliği irade iken, fenomenlerden oluşan dünya, tasarımdan başka bir şey değildir. İrade, Schopenhauer felsefesinde kendini bir zorunluluk olarak gösterir, ki onun düşüncesindeki kötümserliğin ve karamsarlığın kaynağı da esas olarak budur. İnsan, tamamen kurtulamayacak olsa da istencin emrine boyun eğerek acı ve kederden kısmen kurtulabilir. Bu noktada Schopenhauer'ın düşüncelerinin belirli ölçüde, kaderciliğin ağır bastığı doğu felsefelerine yakınlaştığı söylenebilir.[1]
Yine Viktor Frankl'a döndüğümüzde insanın huzuruna kavuşabilmesi için çektiği acı ve ıstırapların altında yatan anlamı aramalıdır. Kendisi şöyle der: "Yaşamak acı çekmektir ve hayatta kalmak acıda bir anlam bulmak demektir."
Varmak istediğim bir nokta, hiç kimse çektiği acılardan kaçmak amacıyla huzura kavuşamaz. İnsan kendi özüne yönelik bir şekilde arayış içerisinde bulunmalı ve bu uğurda acılara katlanabilmelidir.
Daha fazlası için Kinik Felsefesini de araştırmanızı öneririm.
276 görüntülenme
Kaynaklar
-
Wikipedia. Alman Filozof. (9 Temmuz 2006). Alındığı Tarih: 13 Ağustos 2022. Alındığı Yer: Wikipedia
| Arşiv Bağlantısı