Evet, kağıt üzerinde bütün hücrelerin o bildik mitoz fotokopisinden çıkma, yani hepsi aynı sıkıcı, upuzun genom metnini miras alıyor. Fabrika ayarı hepsi aynı yani, sanki seri üretim, ruhsuz bir memur ordusu gibi. Ama hücreler de anlaşılan "ben bu tekdüzeliğe gelemem arkadaş, biraz renk katalım şu işe" modunda takılıyor. Göz hücrelerin "ben dünyayı 4K Ultra HD, HDR destekli göreceğim, varsın diğerleri standart çözünürlükte takılsın banane" diye farklı bir yazılım paketini devreye sokarken, kulak hücrelerin de "o incecik fısıltıları bile duymam lazım, bana özel bir ses kartı ve ultra hassas mikrofonlar gerek" kafasında, kendi donanımını upgrade ediyor. İşte bu "herkese aynı standart metin ama herkes kendi yorumunu katsın, kendi sanatını icra etsin" durumuna da bilimde, biraz da karizmatik dursun diye, farklılaşmış gen ifadesi demişler. Bu işi de öyle kafalarına göre yapmıyorlar tabii; transkripsiyon faktörleri denen moleküler proje yöneticileri ve DNA'nın üzerine kondurulmuş epigenetik modifikasyonlar (yani o "bu geni aç, şunu sessize al, buraya da bir 'dikkat et, kırılır' etiketi yapıştıralım" minvalindeki ince ayarlar) sayesinde her hücre kendi özgün fenotipini, yani kendine has karizmasını ve işlevini buluyor. Yoksa göz yerine kulak, kulak yerine de ne bileyim, beklenmedik bir yerde bir adet şaşkın ve işlevsiz bir böbrek filizlenebilirdi; tam bir vücut içi "Acemi Ressamın Kâbusu" tablosu olurduk.
Bu hücrelerin "ben kimim, bu evrende benim misyonum ne?" diye derin varoluşsal sancılara girip kendi kaderini çizme olayı, yani farklılaşma hadisesi, gelişim biyolojisinin en absürt ama bir o kadar da takdire şayan stand-up gösterisi gibi. Düşünsene, tek bir zigot denen, gözle bile zor görünen bir proje başlangıcından yola çıkılıyor, sonra bir bakıyorsun içeride tam bir "organlar arası survivor" başlamış; her doku kendi adasını kurma peşinde. Morfojenler denen kimyasal sinyal dağıtıcıları, yani hücreler arası "alo, naber kanka, sen ne oldun?" mesajları ve hücrelerin birbirine attığı o karmaşık "komşu, sende durum ne, genleri ne zaman aktifliyorsun?" paslaşmaları, yani hücre-hücre etkileşimleri, bu devasa şantiyenin ustabaşıları gibi çalışıyor. Yoksa herkes kafasına göre takılsa, ortaya çıkan şey muhtemelen Picasso'nun en anlaşılmaz tablosuna benzerdi; estetik olabilir ama pek de "yaşamsal fonksiyonları yerine getirebilir" durumda olmazdı. Sonuçta retinandaki fotoreseptör hücrelerin, sanki en son çıkan akıllı telefon kamerasını kapmış gibi opsin genlerini sonuna kadar çalıştırırken, kokleandaki o narin mi narin mekanosensör tüy hücrelerin de kendi uzmanlık alanları olan özel iyon kanalları ve spesifik hücre iskeleti proteinleriyle en ufak bir çıtırtıyı bile "acaba yeni dedikodu mu var?" diye dinler hale geliyor. Yani, temel genetik kod aynı olsa da, hangi genlerin "bugün ben parlayacağım" diye sahneye çıkacağına karar verilmesiyle bu inanılmaz çeşitlilik ve işlevsellik ortaya çıkıyor. Biyoloji dediğin, aynı legolarla hem uzay gemisi hem de şato yapabilme sanatı; biraz dağınık ve "bunu da buraya mı koysak?" diye deneme yanılmayla çalışıyor gibi görünse de, sonuçları genelde "eh işte, idare eder"in çok ötesinde oluyor. Tabii, bu kadar incelikli bir doğal mühendisliği ve onun milyarlarca yıllık deneme-yanılma sürecini kavramak yerine, her şeyi altı günde olup bitmiş sihirli bir anlatıya sığdırmak daha az beyin yakan bir seçenek olsa gerek.