Kalıcılığın var olmaması veya değişimin varlığının en temel sebebi zamanın varlığı ve akmasıdır. Şuan saymakta olduğumuz zamanın ise başlangıcı vardır ki bunu bigbangden beri hesaplıyoruz. Bundan önce ise bildiğimiz ve saydığımız (rakamsal ve sayısal olarak ölçtüğümüz) zaman kavramı yoktur. Görünen o ki zaman var oldukça ve aktıkça evrendeki herşey bundan etkileniyor ve değişip dönüşüyor hiç bir şey kalıcı olmuyor.
Sorunuz açısından öncelikle değişimin nedeninin by şekilde zamanın var olması ve akması olduğunu tespit ediyoruz.
Zaman nedir sorusu ise her ne kadar zamanın varlığını çok kolay görüyor, hissediyor, deneyimliyor olsak da kolay bir soru değildir hatta ilginçtir tam tanımlanmış bir olgudur bile diyemiyoruz zamana. Einsteinın da zamana ve zamanın varlığına dair düşüncelerinde bu tuhaflığa dair söylemlerini görmek mümkündür. Öyle ki Einstein zamanın bir ilizyon olduğunu bile düşünüp dile getirmiştir.
Zamanın baslangıcı olması ve herşey üzerinde bu kadar değiştirici etkisi olması nedeniyle evrende mutlak değişmez nedir ve daha da önemlisi değişmezlik düşüncesi ve beklentisi nedir dersek bunun da kökeninde insan zihninin olduğunu görürüz. Bu beklentiyi ortaya çıkaran bizleriz zira. Ama bunu belki de boşuna çıkarmıyoruz.
Neden bu beklenti çıkıyor biraz sorgulayalım. Herşey değişirken biz yani 'düşünüyorum o halde varım' sözüne konu benlik değişmiyor. Evet yeni bilgiler öğrenerek deneyimlerle bu açıdan değisiyoruz. Ama bu değişim benlik denen şeyin özünde olmuyor. Benlikteki değişmezlik bu açıdan değişimin olmaması beklentisini yaratıyor görünüyor. Çünkü benlik kendisinin özünde olan değişmezlik durumuna göre düşünme eğilimi taşıyor. Zaten bu yüzden Platon ideaların değişmez olduğunu yani düşüncenin özünün ve düşünselliğin değişmez olduğunu da bu yüzden düşünmüştü. Çünkü herşey değişirken zihin dünyamızın değişmediğini (benliğin) özünün değişmediğini hissetmişti. Eee tabi o dünyaya dahil olan 'nesneler' olarak düşünsel içeriklerin özünün de. O halde değişmezlik beklentimiz benliğimizin kendisinde bulunan bir özellikten kaynaklanıyor demektir ki neden insanın kalıcı olarak var olmak istediğini veya sonsuz yaşama isteği taşıdığını buradan anlamak hiç de zor değil. Herşeyin geçici olmasının insanı rahatsız etmesi de buradan kaynaklanıyor olarak görünüyor ve dolayısıyla sizi bu soruyu sormaya dair itkiyi oluşturan şey de belki de bundan.
Bu bilgilere göre felsefedeki ünlü söz olan 'değişmez olan tek şey değişimin kendisidir' sözü yeniden kurgulanabilir. 'Degişmez olabilecek tek şey değişmezlik beklentisi taşıyabilen şeydir'.
Kaldı ki ilk söz veciz bir özlü deyiş olsa da 'değişim' bir olgu değildir bir süreçtir. Bizim bu süreci tek bir 'değişim' kelimesine sığdırabiliyor olmamız onu 'olgu' yapmaz. Söz vecizlik açısından özlü ama değişim sürecin kendisi olduğundan içerik olarak aslında yanlıştır. Çünkü değişim bir süreç olduğundan ve olgu olmadığından sözdeki 'değişmeyen' şeylerin kapsamında değildir ve de sayılamaz. Dolayısıyla sürecin içindeki olgular veya nesnelerin değişmezliğinin örneği yokken sürecin kendisine 'değizmezlik' niteliği vermek veya süreci böyle tanımlamak doğru değildir. Bunu bir bufalo sürüsünü oluşturan gerçekte tek tek bireylerken sürü olarak tanımlamaya benzetebilriz. Bireyler tek tek hareket eder ve biraraya gelmişlerdir ama sürünün bütüncül bir varlığı yoktur. Onu 'sürü' olarak tanımlayan bizleriz. Sürünün hareketi yoktur örneğin bireylerin hareketi vardır. Dolayısıyla bir şeyi tanımlarken kavramsal ele alış ve tanımlama biçimlerimizin bizi ne kadar yanıltabileceğine iyi bir örnektir bu. Kullandığımız dil o kadar soyutlaşabilir ki sonsuz bir süreci tek bir kelimeye sıgdirabiliriz. Bu nedenle mesela bir çok kişi sonsuz kavramını yanlış algılar. Kimisi bir sayı gibi kimisi de durağan bir durum gibi algılar. Zaten insanlar arasında bir çok uyuşamama halinin sebebi düşünsellikten çok kavramlar üzerinde olan farklı algılama ve kavramlara kişilerin yüklediği anlam farklılığından kaynaklanır. Kavramlara yüklediğimiz anlamlar düşünce biçimimizi belirler. Sanıldığı gibi dil veya kavramlar zihnimiz için sadece bir iletişim aracı değildir. Düşünce ve dil arasında çok daha derin ve sıkı bir bağlantı vardır. Öyle ki suanki zeka kapasitemiz dilin gelişimine daha doğrusu bu kadar kompleks bir dil yeteneğine sahip olmamıza bağlı görünmekte. Hatta insan zekasını diğer canlılardan farklı kılan şey de dil yetenegindeki bu komplekslik. Çünkü soyutlama yapmamızı sağlayan şey görünen o ki dildir. Çünkü somut nesnelliği bile düşünürken soyutlama yaparak düşünürüz. Bu da zihin açısından bilgiyi kendi yapısına geçirme ve dönüştürme sürecidir. Bu yüzden de dış dünya ile iç dünyamız her ihtimalde ayrı iki dünya durumunu yaratır. Bilgi her durumda beyinde işlenir. Bu şekilde Dış dünya hiç bir şekilde doğrudan gözlemlenemez duruma gelmektedir. Gördüğümüz görüntüler bile beyin tarafından işlenip bize sunulur. Burada can alıcı soru ise gördüklerimizin gerçek niteliği o halde nedir. Gerçeklik nedir özünde. Bunu bilmek imkansız gibi görünmekte. Çünkü kendi zihnimize ve algimiza hapis durumdayız. Bildiğimiz herşey aslında zihnimizin bize sunduklarından ibaret ve gerçekliğimiz de bu zihnimizin bize sunduklarıyla oluşuyor.
Biraz uzattım sanırım ama konu konuyu açtı. Yine de Kalıcılık veya değişmezlik noktasında sorunuza 'genişletici' bir katkı yaptığımı düşünüyorum.
Son bir şey daha belki de evrene ve hayata dair zihinsel kapasitemizi dayanan çıkmazlarımız ve gerçeği ararken çarptığımız duvarları aşmak için sadece düşünmeyi kriter almayi bırakmak gerekiyor olabilir. Yukarıda dikkat ederseniz Platon hakkında değişmezliği düşünmüştü demedim hissetmişti dedim. Bunu özellikle kullandım çünkü düşüncelerimizin erişemedigi yerler için hissetmek önemli bir yöntem olabilir. Tabi hisleri kendimiz oluşturmadığımız sürece. Sözlerle bugün çok oynamış olacağım ama belki de 'düşünüyorum o halde varım sözünü 'hissediyorum o halde var' olarak değiştirmek gerekiyor olabilir. Nitekim edebiyatta Orhan Veli'ye "Bir yer var, biliyorum;Her şeyi söylemek mümkün;Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;Anlatamıyorum". Dizelerini yazdıran his de belki de aynı şeydi. Veya Barış Manço'ya herşey bitmeye yaklaşırken döneceğini düşündüren, herşey eskimişken eskimeyen birşeyin veya şeylerin olduğunu hissettiren ve 'dönence' şarkısını yazmasını sağlayan hisler de hep ortaktı belki de. Bu yüzden belki de doğal hislerimize önem vermek felsefi açıdan bize önemli bir rehber olabilir.