Evrimin ortaya koyduğu en şaşırtıcı özelliklerden biri, bana göre canlıların doğrudan “görmek” yerine çevrelerini algısal modeller üzerinden deneyimlemesidir. Bu durum fiziksel bir yapıdan çok, duyusal sistemlerin evrimsel mantığıyla ilgilidir ve evrimin yalnızca organlar değil, gerçekliğin organizma tarafından nasıl inşa edildiğini de biçimlendirdiğini gösterir.
Örneğin yarasaların ekolokasyonu ya da köpekbalıklarının elektrosepsiyonu ilk bakışta “olağanüstü duyular” gibi algılansa da asıl şaşırtıcı olan nokta, bu canlıların dünyayı bizimkinden niteliksel olarak tamamen farklı bir biçimde deneyimlemesidir. Yara için dünya, görsel bir sahne değil, yankılardan örülmüş dinamik bir uzaydır; köpekbalığı içinse canlılık, kas kasılmalarının yarattığı zayıf elektrik alanlarıyla okunur. Evrim burada “daha iyi göz” ya da “daha keskin kulak” üretmemiş, bunun yerine organizmanın ekolojik nişine uygun bir gerçeklik filtresi inşa etmiştir.
Bu durum evrimin teleolojik olmayan ama son derece tutarlı karakterini ortaya koyar. Doğal seçilim, nesnel gerçekliği tam ve doğru biçimde temsil etmeyi amaçlamaz; aksine, hayatta kalmayı maksimize edecek kadar doğru, geri kalanı gereksiz olacak biçimde eksik temsil eden algısal sistemleri seçer. Bu bağlamda, bazı canlıların ultraviyole ışığı görmesi ya da zaman çözünürlüğünün (flicker fusion threshold) insanın çok üzerinde olması “üstünlük” değil, belirli çevresel baskılara verilen evrimsel yanıtlardır. İnsan gözünün bir kartal kadar keskin olmaması bir eksiklik değil, farklı bir evrimsel öncelikler dizisinin sonucudur.
Daha da ilginci, bu algısal farklılıkların bilişsel ve davranışsal sonuçlarıdır. Ahtapotlarda görülen karmaşık problem çözme davranışları, merkezi beyin yapılarından çok, sinir sisteminin kollara dağılmış olmasıyla ilişkilidir. Burada evrim, “zekâ”yı tek bir merkezde toplamak yerine bedensel olarak dağıtmıştır. Bu da, bilişin sadece beyinde değil, beden–çevre etkileşiminde şekillendiğini düşündürür. Böyle bir adaptasyon, insan merkezli zekâ tanımlarını ciddi biçimde sorgulatır.
Sonuç olarak beni en çok şaşırtan evrimsel özellik tek bir hayvana ya da organa indirgenemez; evrimin, canlıların gerçekliği algılama biçimini kökten dönüştürebilme kapasitesidir. Bu, evrimi yalnızca biyolojik çeşitliliğin değil, aynı zamanda bilişsel ve algısal çoğulluğun da mimarı haline getirir. İnsan bu tablo içinde ayrıcalıklı bir zirvede değil, yalnızca kendine özgü bir algısal çözümün taşıyıcısıdır. Evrimin belki de en “enteresan” yanı tam olarak budur: bize dünyayı değil, dünyaya uyumlanmış bir dünyayı sunması.