Bir insana uzun yıllar boyunca platonik olarak âşık olmak, ilk bakışta romantik ya da masum görünse de aslında kişinin iç dünyasında yavaş yavaş derin izler bırakabilen bir deneyimdir. Bu tür bir aşk, çoğu zaman bağlanma kuramının (John Bowlby, Mary Ainsworth) işaret ettiği biçimde karşılık bulmayan bir duygusal yatırım haline dönüşür. İnsan beyni doğal olarak karşılıklılığı aradığından, karşılık alamadığı her sinyalde hem ödül sistemi (dopamin) tetiklenir hem de hayal kırıklığıyla ilişkili stres devreleri aktifleşir. Böylece kişi sürekli bir “bir gün olur mu?” beklentisi ile “asla olmayacak” gerçeği arasında gidip gelen bir duygu dalgalanması yaşar.
Zaman içinde bu durum kişinin özsaygısını hafifçe aşındırmaya başlayabilir. Sosyal psikolog Aronson’ın benlik algısıyla ilgili çalışmalarının da gösterdiği gibi, kişi elde edemediği birine aşırı değer atfettikçe kendi değerini istemeden düşürür; çünkü zihin, “Beni seçmediğine göre ben yeterli değil miyim?” gibi içsel sorular üretir. Bu, uzun vadede sessiz bir özgüven erozyonuna dönüşebilir. Hatta bazı kişilerde idealizasyon dediğimiz mekanizma ortaya çıkar: Kişi âşık olduğu kişiyi gerçekte olduğundan daha kusursuz, kendisini ise daha eksik görmeye başlar. Bu da duygusal gerçeklik ile zihinsel gerçeklik arasında bir boşluk yaratır.
Bu tür bir platonik aşk, uzun yıllar sürdüğünde kişinin sosyal ilişkilerini de gölgeleyebilir. Çünkü zihinsel enerji sürekli aynı kişiye yönelir; başka biriyle yakınlaşma şansı olduğunda bile kişi farkında olmadan kendisini geri çeker. Böylece yalnızlık hissi artar, yalnızlık arttıkça da platonik aşka tutunma güçlenir — psikolojide “kendini sürdüren döngü” olarak bilinen bir mekanizma.
Terapötik açıdan bakıldığında, bu durum genellikle bilişsel-davranışçı terapi (Aaron Beck), şema terapi (Jeffrey Young) ve zaman zaman duygusal odaklı terapi yöntemleriyle ele alınır. Terapide kişinin idealizasyonu fark etmesi, duygusal ihtiyaçlarını tanıması ve karşılıklı ilişki kurma becerilerini geliştirmesi hedeflenir. Özellikle şema terapi, “ulaşılamaz insanları sevme” eğiliminin bazen çocukluk dönemindeki koşullu sevgi deneyimlerinden beslendiğini ortaya koyar. Terapide kişi, duygularını yeniden örgütlemeye ve ilişki ihtiyaçlarını karşılıklı bir temele oturtmaya başladıkça platonik aşkın etkisi yavaşça çözülür.
Platonik aşkın “dışına çıkma ihtimali” ise kişinin bu duyguyu ne kadar süredir yaşadığı, karşı tarafın tutumu ve gerçek koşullar gibi birçok faktöre bağlıdır. Uzmanlar şunu söylüyor: Platonik aşk, karşılıklı ilişkiye dönüşürse çoğu zaman idealize edilmiş hayal yıkılır ve daha gerçekçi, bazen daha sıradan ama daha sağlıklı bir ilişki yapısı ortaya çıkar (Helen Fisher’ın romantik aşk nörobiyolojisi üzerine çalışmalarında bu süreç açıkça görülür). Yani platonik bir aşk gerçeğe dönüştüğünde, o büyülü “ulaşılamazlık” hissi kaybolur fakat onun yerine iki insanın gerçek benlikleriyle kurduğu daha sakin bir bağ gelebilir.
Eğer platonik aşk karşılığa dönüşmezse — ki çoğu zaman dönüşmez — kişi zamanla bu duygunun yerini özgürleşmeye bırakır. Terapistler bunun “duygusal çözülme” olarak adlandırıldığını söyler. Bu aşamada kişi, karşılık alamadığı bir duyguya yatırım yapmamanın hafifliğini yaşamaya başlar; artık hayatındaki ilişkileri daha seçilebilen, karşılıklı ve doyurucu bir zemine kayar.
Sonuçta, ömür boyu platonik bir aşka saplanıp kalmak kimse için bir kader değildir. Bu duygu çok insani, çok anlaşılır ve hatta başlangıçta besleyici bile olabilir; ancak uzun vadede kişinin duygusal dengesi için bir yük haline gelir. Fark edildiğinde, üzerine düşünüldüğünde ve gerekirse uzman desteği alındığında yavaşça çözülür. Ve belki de en güzeli: İnsan, bu çözülme sayesinde gerçek bir bağ kurma kapasitesini yeniden kazanır hem kendisiyle hem de hayatına girmeye cesaret edecek yeni biriyle.