Öncelikle şunu netleştirmek gerek: Antik Stoacılık, özünde evrensel akıl ilkesine dayanır. Bu akıl herkesin içindedir; köle de olsan, kadın da olsan, yurttaş da olsan, bu akıl sende vardır. Epiktetos bir köleydi mesela. Stoacılar, insanın doğasına uygun yaşamasını, erdemli olmasını, tutkuların esiri değil hâkimi olmasını öğütlerlerdi. Bu tutum ayrımcılığa değil, içsel bir eşitliğe işaret eder.
Özellikle dijital ortamda Stoacılığın “duyarsızlık”, “sertlik”, “acıya katlanmak” gibi yüzeysel yönleri öne çıkarılıyor. Bu yüzeyin altına inmeyen kişiler, Stoacılığı “duygularını bastıran güçlü erkek” modeline indirgeme eğiliminde. Oysa bu çok sığ bir okuma. Marcus Aurelius’un “insanlarla sabırlı ol” diyen sözleri, Seneca’nın “başkalarının hatalarını hoş gör” öğütleri hep ilişkisel bir etiğe dayanır. Stoacı olmak, insanları dışlamak değil, onların hatalarına karşı bile erdemli davranabilmektir.
Günümüzde birçok insan, toplumsal rollerin ve kimlik tanımlarının dönüşmesiyle birlikte kendi varoluşlarını tehdit altında hissedebiliyor. Alışılagelmiş anlam yapılarının çözülmesi, bireyleri bir belirsizlik ve yönsüzlük duygusuyla baş başa bırakıyor. Bu karmaşada bir “kılavuz” arayışı ortaya çıkıyor. Stoacılık gibi felsefi yaklaşımlar, bu arayış içinde yüzeysel biçimde benimsenebiliyor. Ancak bu benimseme çoğu zaman yanlış yorumlara dayanıyor: duyguların bastırılması, çevreyle duvar örerek bir tür içsel kapanma yaşanması, “güçlü ve sarsılmaz birey” mitinin peşinden koşulması. Bu tarz bir okuma, insanı erdemli kılmak yerine onu duygularından koparan ve ötekine karşı mesafeli, hatta yabancılaştırıcı bir konuma sürükleyebiliyor. Böylece felsefe, insanı özgürleştiren değil, katılaştıran ve yalnızlaştıran bir araca dönüşüyor.