Hep Geç!
Türümüz için yegane ortak ifade...
Ve ortak şikayet ve ortak yakınma ve nihayet ortak pratik...
Kim bilir belki de sorun bizde değil, ışık hızında akan zamanın kendindedir, bizi her zaman ve her şeye geç bırakan.
Biz ki zamanı ancak etkidiği olgular üzerinden algılar ve tanımlarız. Hazır duyularımız da buna yetkin olmayınca hep geçmişi yaşarız.
Kim bilir belki de felsefi alt yapımızda zamana dair öfkemizin nedeni bu tanımlayamadığımız, istesek de hiç bir şeyin hiç bir zaman anına tanık olamayacağımız gerçeği...
Keşke bununla yetinsek...
Üstüne üstlük bizcil yavanlıklar değil mi ki zamanı ancak yitirildiği an değere mazhar gören, her zaman ve hemen hemen her şeyde olduğu üzre.
Evet, zamanı farklı kılan telafisizliğidir. Sahi ya yitirdiğimiz neyin telafisi var ki zamanın olsun.
Bizler hantal varlıklarız fakat zeki...
İşte söz konusu zaman olduğunda tarifsiz elemimizin nedeni bu: Filmi geri saramamak, sarsak bile özünü yakalayamamak, yakalasak bile ancak başka kıymetlilerin payından çalarak bunu mümkün kılabilmek. Sonrası... Sonrası sürekli devreden bir geç, her zaman, her yere ve her şeye. Bundan büyük ızdırap mı olur farkı fark edebilene…
Var olduğumuz andan itibaren son noktayı koyduğumuz ana kadar zaman dışında ve aynı standart da devam eden başkaca bir sermayemiz ne yazık ki yok. Ve ne yazık ki türümüz türdeşinden bunu bile esirger olmuş modernleştikçe çıkar adına…
Evet günler sayılı, kısıt acı ve fakat yaşamak cidden güzel. Dolu dolu yaşamak… Kabını genişleterek değil fakat sahip olunan kabı doldurarak yaşamak. Bir başlangıcı olanın bir sonunun oluşunun olağanlığına kanarak yaşamak.
Sonsuzluğun çok da ahım şahım bir şey olmayabileceğini (olabilir de) ve hatta bizim için mümkün olmadığını kavrayarak ve hatta ona nazire yaparcasına sonsuz bir değer bırakmanın uğrunda bir sona huzur ile ulaşabilmenin hazzı ile yaşamak…
Bundan daha güzel, özel ve anlamlı bir zaman yönetimi olabilir mi…Rengini çalmak, iz bırakmak veya hiç biri olmasa da önceden bunu yapana ve bu sayede, kusurlarına rağmen, bu yaşanılası güzelim dünyayı bize hazır edene vefa borcuna mahsup yaşamak…
Keşke, keşke kavrayabilsek, ölümün yaşam kadar zaruri bir döngünün adı olduğunu ve her yaşamın bir ölüm üzerine ikame olduğunu ve her ölümün de yeni bir yaşama yer açma eylemi olduğunu kavrayabilsek.
Tek mesele akışın olağan olmayışı ve ölümün vakitsiz oluşu, ki onun da müsebbibi biz ve inşa ettiğimiz, onay verdiğimiz, “hayır!” demediğimiz , bunu bir rıza olarak addedip pervasızlaştıkça pervasızlaşan düzen değil mi!!!
Büyük usta Nazım ne güzel söylemiş dayı kızına sosyalizmi tarif ederken:
Sosyalizm,
Yani şu demek ki dayı kızı
Sosyalizm
Senin anlayacağın yani
El kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı.
Ekmeğimizde tuz
Kitabımızda söz
Ocağımızda ateş oluşu hürriyetin
Yahut, başkası yel de
Sen yaprakmışsın gibi titrememek
Bunun tersi yahut…
Sosyalizm
Devirmek dağları elbirliğiyle
Ama elimizin öz biçimi
Öz sıcaklığını yitirmeden.
Yahut, mesela
Sevgilimizin bizden ne şan, ne para
Vefadan başka bişey beklemeyişi…
Sosyalizm
Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın
Yahut, mesela
-bu seni ilgilendirmez henüz-
Esefsiz
Güvenle
Emniyetle
Gölgeli bir bahçeye girer gibi
Girebilmek usulcacık ihtiyarlığa
ve hepsinden önemlisi
Çocukların ama bütün çocukların
Kırmızı elmalar gibi gülüşü…
Böyle bir dünyada eminim ki, ne zaman ne de ölüm soframızın tuzu ve acı biberi ötesinde bir meşgale olmayacaktır. Sevgiyle…