Bireyin toplum gibi bir gerçek karşısında gerçekten özgür bir iradeye sahip olup olmadığı fikrinin ortaya çıkardığı tartışmayı hep sevmişimdir. Ben bu tartışmada hep iki uçta da dengeli bir şekilde kalmayı tavsiye ediyor olsam da toplumun sahnesinde oynatılan show'un bir parçası olduğumuz fikrine daha yakın hissediyorum.
Toplum üzerine biraz düşündüğümüzde aslında bize yaşamımız hakkındaki en temel şeyleri öğrettiğini görürüz, fark etmesi basittir. Belki tam karşılığını sunmayacak ama ne diyelim; saçını taramak veya yolda yürürken kaldırımdan yürümek gibi şeyleri biz kendimiz yine baştan keşfetmedik değil mi? Sanki bu bilgiler hep bizde varlardı gibidir. En basitinden sahip olunan belli bir dilin varlığı bile buna örnek olabilir. Ancak sadece bunlarla da kalmayıp tüm hayatımızı yönettiğinin farkına varılmaz genelde.
Kimliğimiz ve benliğimiz, varoluşumuzun ilk saniyesinden itibaren bizim tercihimize bırakılan bir şey değil zaten. Toplum daha doğumumuzdan hatta öncesinden bile bizim adımıza birçok şeye karar veriyor. Milletimiz, dinimiz, ırkımız, mezhebimiz, sınıfımız ve hatta ismimiz vb. Tabiki de bunlardan bazılarına sonradan müdahale etmek, değiştirmek mümkün olsa da bu müdahale hatta müdahale eğilimi bile bizim elimizde olan bir şey değil maalesef. Toplum öyle bir şeyki sanki perdelerin arkasından bizi kontrol eden bir çift el var ve biz ise o sahnede oynatılan kuklaların ta kendisiyiz. Günlük hayatımızdan tutun gerçekleştierdiğimiz en sofistike faaliyetimiz bile toplumun bize uygulattığı bir şey aslında. Bir düşünün sizin şimdiye kadar sahip olduğunuz düşünceler size kim tarafından verildi? Siz neden dolayı bu düşüncelere sahipsiniz? İçinde yaşadığımız toplumun bizlere dayattığı normlar, aslında ne kadar küçük ve sınırlı bir alan bırakıyor özgür iradeye? Her düşüncemiz, her hareketimiz, bilinçaltımızda toplum tarafından şekillendirilmiş bir yankıdan başka bir şey değil. Gerçekten düşündüğümüzü zannediyoruz ama aslında düşüncelerimizin ne kadarı bizim? Belki kafanızın içindekileri düşünen özne siz olduğunuz için size ait gibi gelebilirler ama gerçekte o sahiplendiğiniz düşünceler toplumun size fısıldadığı seslerden, bilinçaltınızın size uyguladığı oyunlardan ibaret.
Herkesin "ben" dediği şey, gerçekte ne kadar kendisine ait olabilir ki? Kendimizi özgürce inşa ettiğimizi mi sanıyoruz? Yalan! Oysa ki, toplum denen devasa yapı tarafından zihinlerimize işlenmiş kalıplardan başka bir şey değiliz. Bize biçilmiş rolleri ve kimlikleri adım adım, öylesine farkında olmadan üstleniyoruz ki. Gerçekten özgür müyüz, yoksa sadece toplumun şekillendirdiği, rolünü oynayan kuklalardan mı ibaretiz? Ben söyleyeyim: "Ben" diye bir şey yok; "sen" hiç olmadın bile. Var olan telk şey "toplum" ve kuklaları sadece. Özgürlük dediğin şey belki de sahnedeki oyunun ismidir kim bilir?
Herhangi bir konuda özgürce karar vermek, herhangi bir fikri savunmak, tüm bunlar toplumun onayladığı, kabul ettiği sınırlar içinde kalıyor. Bir birey olarak kendimize ait bir düşünce üretmek, cesaret edebileceğimiz bir şey mi? Hayır. Çünkü her hareketimiz, her tutumumuz, toplum tarafından gözlemleniyor ve üzerine bir etiket yapıştırılıyor. Ve bu etiketler, özümüzde kendimizi bulmamızı engelliyor. Evet, hayatımızda "özgür irade" diye bir şey varmış gibi görünebilir. Ancak bu tamamen bir yalandan ibaret. Gerçekten özgür irade olsa kimliklerimiz bu kadar öngörülebilir, bu kadar sıradan olur muydu? Bize dayatılan kurallar, kimlik kalıpları, ideolojiler ve kültürel kodlar arasında boğulmuşken, özgürlükten bahsedebilmek ne kadar anlamsız. Özgürlük, toplumun yalnızca kölesi olan bir insan için bir fanteziden başka bir şey değildir. Bize en başından beri verilen kimlikleri kabul ettiğimizde; biz "ben" olduğumuzu düşünürken, aslında bir başkasının bizlere biçtiği role bürünmekteyiz. İstediğimiz kalıbı reddedebiliriz, istediğimiz düşünceyi savunabiliriz, istediğimiz fikre katılabiliriz evet ama bunları yapmamızı sağlayan veyahut bunları yapmamıza izin veren bir toplum her zaman orada bekliyor olacak. Bu dünyada kendi kimliğini inşa ettiğini söyleyen her insan, aslında sadece toplumun varlığını meşrulaştırıyor. Toplumun ideolojilerini ve değerlerini kabul eden, onları içselleştiren bir insan; özgürlükten bahsedemez. Çünkü özgürlük, zaten toplumun dayattığı bu kimliklerden sıyrılabilmekle mümkün olurdu. Ama bir insan, tüm bu kalıplardan ne kadar kurtulabilir?
Peki ya bu özgürlüğü kabul ettiğimizde ne olur? İçsel bir çelişki yaşamaz mıyız? Kendimizi özgür hissettiğimizde aslında toplumun başka bir biçimde belirlediği "özgür insan" kimliğine bürünmüş olmuyor muyuz? Bu insan, "özgürlük" adına bir kimlik edinmişken, yine toplumun ve kültürün etkisi altında olmaz mı? O zaman sorumuz şöyle olur: Gerçekten özgürleşmiş miyiz, yoksa sadece toplumun bize sunduğu yeni bir kimlik mi edinmiş olduk? Eğer bir birey toplumun dayattıklarından sıyrılmış olsa ve kendince özgüleşmiş olsa bile bunu ona yaptıran yine toplumun ta kendisi olacaktır. O özgürleşme fikrini ve özgürlük algısını bile aslında ona sunan, aşılayan toplumdur ve bu yüzden de kişi asla özgür olamaz. Toplumun iradesi varken kişinin iradesi sığacak bir kabuk bulamaz kendine. Kişisel bir karara bağlı olmaksızın sahip olunan bir çıkmazdır bu.
Ayrıca biraz daha zorlarsak bu çıkmaz daha da derinleşir. Eğer bir insan bu toplumsal yapının etkisinden tam anlamıyla sıyrılmayı başarırsa, o zaman onu tanımlayacak bir dil ve kavramsal çerçeve (ki bunlar da toplumun sağladığı temel yapılar) bulmak zorlaşır. İnsan kendini tanımlayamaz, çünkü tanımlanacak bir "kimlik" yoktur. Eğer insan tüm bu dışsal etkilerden tamamen bağımsız bir varlık olabilseydi, o zaman ne "ben" ne de "kimlik" gibi kavramlar anlam taşımazdı. Bu durum da özne ile nesne arasındaki farkı bulanıklaştırarak, özgürlüğün tanımını yapmayı imkansız hale getirirdi.
Bir başka sorun da: bu çabaların nihayetinde tekrar bir norm haline gelmesidir. Toplum, başlangıçta bir norm oluşturur ve insanın buna karşı direnişi, zamanla başka bir normun, başka bir sosyal kabulün doğmasına sebep olur. Böylece bir özgürleşme hareketi, geçmişteki toplumsal yapının izleriyle şekillenir ve yine toplumun kendi mekanizmalarına hizmet eder. Bu da demektir ki, insan ne kadar özgürleşmeye çalışırsa çalışsın, sonuç olarak bu çaba toplumsal düzenin başka bir türü haline gelir. Bu karmaşa bizi şu noktaya getirir: Toplum, bireyin özgürlüğünü dahi kendisine ait bir meta olarak kullanmakta ve insanın varoluşunu şekillendiren her öğe aslında onun dışındaki güçler tarafından belirlenmektedir. Bireyin kendini inşa etme çabası, her ne kadar özgünlük gibi bir kavramı barındırsa da gerçekte toplumun sürekli döngüsel etkisinin bir parçasıdır. Ve bu döngüden çıkmak, hayatın her yönüyle çelişkili bir hal alır. Toplum burada neredeyse reddedilmesi imkansız bir Tanrı rolünü üstlenir.
Evet, işte şimdi en sert gerçeği söylemek gerekirse: "Ben" diye bir şey yok. O "ben" dediğimiz kavram, sadece toplumsal bir yanılsamadan ibaret. Herhangi bir bireyin varlık olarak kendisini tanımlayabilmesi için içsel bir özneye sahip olması gerekir, ama gerçekte ne içsel bir özne vardır ne de özgün bir kimlik. "Ben" dediğimiz şey, toplumun ve kültürün, zaman içinde ona biçtiği etiketlerin toplamıdır. Bu "benlik" diye sunduğumuz şey, sadece toplumun sürekli dayattığı rollerin bir karışımıdır. Her düşüncemiz, her hareketimiz, her tavrımız -hepsi- başkalarının bizlere biçtiği bir kalıbın içinde var olur. Gerçekte, hiç olmadık. Var olan tek şey toplumdur ve biz, onun köleleri olarak varlığımızı sürdürmekten ileriye geçemeyiz. Toplum, bizi her an yönlendiriyor, şekillendiriyor ve bize biçtiği kimliklerle bizleri var kılmaya çalışıyor. Bize ait zannettiğimiz her şey, aslında o toplumsal yapının bir yansımasıdır. Ne özgürüz ne de kendimiziz. Toplum için bizler sadece figüranlarız. Her adımımız, her düşüncemiz, toplumun bize dikte ettiği şeylerin ürünüdür. Bu, öylesine derin bir kontrol ki, bizi gerçekten biz yapan hiçbir şey yok.
Belki birer istisna olarak Camus'nün "Yabancı"sı veya Nietzsche'nin "übermensch"i kendilerine özgü birer benliğe sahip olabilirler. Belki de bu özgün kişilikler bu kalıpların dışında gerçekten özgür olabilirler. Veya bu kalıplara uyamayacak kadar tutsak da olabilirler. Ama size temin ederim her halükarda yine toplum galip gelecektir. Bu galibiyet dışlama ile de sonuçlanabilir içselleştirme ile de.
Her neyse. Sürekli farklı farklı anlatımlarla tekrara düşmeye gerek yok. Bu yüzden son bir kez özetlemek ve bitirmek istiyorum. Bu dünya içinde, özgürlüğün ve özgün kimliğin varlığını kabul etmek, sadece bir kandırmacadır. Gerçekten kendiniz olamazsınız, çünkü "kendiniz" olarak bildiğiniz şey, size dayatılan bir kimlikten başka bir şey değildir. Bu durumda da toplum, hayatınızın her noktasında sizi takip eden, sizi ezen bir zincirdir. Özgürlük diye bir şey yoktur. Sadece toplumun kölesi olmanın acı gerçeği vardır. Gerçek şu ki ben bile bu yazıyı yazarken özgür iradeye ve düşüncelere sahip değilim bunlar toplumun yazmamı istedikleri, kendimin değil. Hatta ben olsam ne yazardım onu bile bilmiyorum. Çünkü ben hiç var olmadım. Belki de tek gerçek varlık olarak toplumun kendi kendine konuşma stili budur. Belki de bunu yazarak kendini kendine açıklama gereği duymuştur kim bilir? Ne de olsa sahne onun bizler ise sadece illüzyon. :)