Tanrı inancına sahip birine sorarsanız Tanrı var diyecektir. Bunun yerine emin olmadığını ama inandığını söylemeyecektir. Aynı şekilde Tanrı inancına sahip olmayan birine sorarsanız o da Tanrı yok diyecektir. O da emin olmadığını ama buna inandığını söylemeyecektir. Dikkatli bakarsanız her ikisi de Tanrı hakkında "bilgiye" sahip.
Bildiklerimiz, bilmediklerimiz, bilmediğimizi bilmediklerimiz ve bilmediğimizi bildiğimiz şeyler, inançlarımızı şekillendirir. "Çünkü bilgi sahibi olmadığınız herhangi bir şey hakkında duyduğunuz ilk şey, sizin için doğru şeydir." Yani "bilmenin bitip inanmanın başladığı yer," öyle bir yer yok.
İnançlarımızı şekillendiren bir diğer şey ise zekamız, mantığımızdır. Dünya'nın düz olduğuna inanan biri, sizce buna "tercihen" mi inanıyor? Dünya'nın küre olduğuna inanan biri, sizce buna "tercihen" mi inanıyor? Elbette her ikisi de buna inandığını değil bildiğini düşünür ve söyler. İnanmak ve bilmek arasında bir çizgi yok, her ikisi de aynı şeydir veya inanmak ve bilmek arasında korelasyon var diyebiliriz.
Biletlerin ücretsiz olduğu tiyatro sahnesinde, uçuş gösterisi yapan bir illüzyonist seyrediyorsunuz. İllüzyonist, gösterisini bitirdiğinde seyirciye şöyle bir uyarıda bulunuyor: Eğer "gerçekten" uçtuğuma inanırsanız dilediğiniz kadar ödüllendirileceksiniz. Eğer inanmazsanız sizi silahımla öldüreceğim.
"İnanç tercih değildir." Neye inanacağımızı veya neye inanmayacağımızı tercih edemeyiz. İnanmamakta inançtır, olumsuz inanç. İnançlarımız: Zihnimizdeki bilgiler ve zekamızın kozmik karmaşasının sonucudur. Yani bildiğimiz kadar inanır, inandığımız kadar biliriz.
Eğer ben Dünya ve Mars arasında eliptik bir yörüngede Güneş'in etrafında dönen porselen bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı. Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayı insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü. Ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olarak görülür ve o kuşkuyu duyan kişi, yakınçağda bir ruh doktoruyla, daha önceki çağlardaysa bir Engizisyon yargıcıyla görüştürülürdü.
Yunan filozof Platon'un Devlet adlı eserinin yedinci kitabında Sokrates'in ağzından mağara alegorisi.