Modern insanın hayatında “işe girmek”, bireysel bir tercih olmaktan çok, tarihsel ve toplumsal olarak inşa edilmiş bir zorunluluk haline gelmiştir. Antropolojik açıdan bakıldığında çalışma, yalnızca ekonomik bir faaliyet değil; aynı zamanda kimlik, statü, aidiyet ve ahlak üretiminin temel araçlarından biridir. İnsan toplulukları tarih boyunca hayatta kalmak için üretmek zorunda kalmış, ancak üretimin biçimi ve ona yüklenen anlam kültürden kültüre değişmiştir. Avcı-toplayıcı toplumlarda emek, yaşamın doğal akışı içindeyken; tarım, yerleşik yaşam ve özellikle sanayi devrimiyle birlikte çalışma, zamanla disipline edilmiş ve kurumsallaştırılmıştır.
Antropolog Karl Polanyi’ye göre, modern toplumlarda ekonomi “toplumun içine gömülü” olmaktan çıkmış, toplum ekonominin ihtiyaçlarına uyum sağlayan bir yapıya dönüşmüştür. Bu dönüşümle birlikte bireyler, yaşamlarını sürdürebilmek için emeklerini pazarda satmaya zorlanmıştır. Çalışmak artık yalnızca üretmek değil, hayatta kalmanın ön koşulu haline gelmiştir. Polanyi’nin ifadesiyle, emek bir “meta” değildir; ancak kapitalist sistem içinde meta gibi muamele görür:
“Emek, insan etkinliğinin ta kendisidir; satılamaz ama piyasaya sunulmak zorunda bırakılır.”
(Polanyi, 2001).
Sosyal antropoloji, çalışma zorunluluğunu aynı zamanda ahlaki bir norm olarak da ele alır. Max Weber’in Protestan Ahlakı çözümlemesinde, çalışkanlık yalnızca ekonomik değil, dinsel ve ahlaki bir erdem olarak tanımlanmıştır. Modern toplumlarda bu ahlaki miras sekülerleşmiş; “çalışan birey” makbul yurttaş, “çalışmayan birey” ise tembel ya da başarısız olarak kodlanmıştır. Bu durum, bireyin işe girmesini yalnızca maddi zorunluluk değil, toplumsal kabulün koşulu haline getirir.
Pierre Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı habitus, iş olgusunun bireylerin bedenine ve düşünce dünyasına nasıl yerleştiğini açıklar. İnsanlar çocukluktan itibaren çalışma disiplinine hazırlanır; okul saatleri, başarı-kariyer söylemleri ve “gelecek kaygısı” bu içselleştirmenin araçlarıdır. Böylece birey, işe girmeyi sorgulanması gereken bir yapı olarak değil, “hayatın doğal bir gerçeği” olarak algılar. Bourdieu’nün belirttiği gibi, toplumsal düzen en etkili biçimde, dayatma yoluyla değil, içselleştirme yoluyla sürdürülür.
Antropolojik çalışmalar, farklı toplumlarda iş kavramının tamamen farklı anlamlar taşıyabildiğini de göstermektedir. Marshall Sahlins’in avcı-toplayıcı toplumlar üzerine yaptığı çalışmalarda, bu grupların modern toplumlara kıyasla çok daha az çalışarak yaşamlarını sürdürebildikleri ortaya konulmuştur. Sahlins bu durumu “ilk bolluk toplumu” olarak tanımlar ve modern insanın sürekli çalışmasına rağmen sürekli yoksunluk hissi yaşadığını vurgular. Bu karşılaştırma, “işe girmek zorundayız” düşüncesinin evrensel bir gerçek değil, tarihsel bir kültürel inşa olduğunu gösterir.
Sonuç olarak, modern dünyada işe girmek; biyolojik bir zorunluluktan çok, kapitalist ekonomi, ahlak normları ve toplumsal beklentiler tarafından üretilmiş bir zorunluluktur. Sosyal antropoloji, bu zorunluluğu doğal ve kaçınılmaz olarak değil; tarihsel, kültürel ve ideolojik bir süreç olarak anlamamızı sağlar. İnsan, çalıştığı için değil; çalışmayı hayatın tek meşru varoluş biçimi olarak öğrendiği için işe girmek zorundadır.[1]