İnsan hayâtının değerini belirlemede, ahlâki düşünce târihinin iki temel yönelişi olduğunu düşünüyorum. Geleneksel bakışta, insan hayâtını değerlileştiren dayanak ilâhîdir. Hoş, ilâhî gerekçelerle insan hayâtını değersizleştirmek de mümkündür ve bunun geleneksel dünyâdan modern dünyâya, din savaşları olarak nitelendirilen sayısız örneği vardır. Ama, her şey niyetle başladığı için, insan hayâtını değerlileştirmeye niyet eden geleneksel akıl, bunun için yine ilâhî kaynağa başvurmuştur. Buradaki kurucu ilke ilâhî varlığın insanda tezâhür ya da tecessüm ettiği yolundaki heptanrıcı (panteistik) ilkedir. İnsan hayâtı, ilâhî varlığın parçası olduğu için değerlidir. Tıpkı Yunus"un söylemiş olduğu gibi, yaradılan Yaradan"dan ötürü sevilesi ve hoştutulasıdır. Pekiyi, şimdi soralım; Grek Stoiklerden, Mısırlı Hermetisistlere; Uzakdoğu"daki sayısız heptanrıcı (panteistik) inanç topluluklarından Hristiyan mistiklere ve Müslüman sûfîlere teşmil edilebilecek bu bakış, hayâta ne kadar tesir etti? Bunların bir etkisi olduğu muhakkaktır. Kardeşlik bağlarıyla kurulan bu kültürel-ahlâki dâireler elbette ki, gadre ve zulme uğrayan pek çok insan için birer sığınak vazifesi gördü. Ama güçsüzlerin, düşkünlerin kendi aralarında geliştirdiği bu bağlar hayâtı dönüştürmedi. Karatani"nin tiplemesiyle "talancı-yeniden bölüşümcü dünyâ"nın mübâdele düzeni içinde, insan hayâtı bir değer kazanmadı.
Modern dünyâda ise, insan hayâtının değeri konusundaki referans kaynağı değişti. İnsan hayâtının değerini tayin ederken, artık ilâhî varlığa göndermede bulunmak îtibâr kaybetti. Modern ahlâk bir insan hayâtını değerli kılan kaynağın bizatihi insanın kendisi olduğuna hükmetti. Bu durum en açık olarak geleneksel heptanrıcı bakışa sadık kalmaya çalışan Spinoza"nın "Ahlâk"ı ile Kant"ın "Ahlâk ve Saf Aklın Eleştirisi" başlıklı çalışmalarının kıyaslanmasında ortaya çıkar. Pekiyi, Hümanizma akımından, Aydınlanma"ya bu kadar çeşitlenen ve derinleşen yeni ahlâk literatürü hayâtı ne derecede dönüştürdü? Elbette sâdece I. ve II.Genel Savaşı düşündüğümüzde, modern ahlâkın etkisinin neredeyse sıfıra yakın olduğu ortaya çıkar. Daha beteri, modernliğin içinde ortaya çıkan iki önemli gelişme, ahlâkı geleneksel dünyâda olduğundan daha fazla çıkmaza ve açmaza düşürmüştür. İlk olarak, ahlâk mistik anlamını kaybettiği için, insanların savunma amaçlı da olsa ahlâki topluluk oluşturmaları imkânı ortadan kalkmıştır. İkinci olarak da ucu açık ve dinamik bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin ahlâki-irâdî müdahalelerle sınırlandırılması, denetlenmesi ve yönlendirilmesi ihtimâli yok olmuştur.
Modern dünyâda insan hayâtının değer kazanmış olduğu yolundaki algı dikkatli bir akıl yürütmeyle anlaşılabilir. Eğer insanların yaşatılması yaygın bir kamu siyâsetinin konusu olduysa bunu Kant"ın ahlâkının başarısı olarak okumak safdilliktir. Bunun iki maddî temeli var. Öncelik, insanın yeniden üretimde değer kazanmasıyla alâkalı süreçlerdedir. İnsan hayâtını koruma ve teminat altına almayı sağlayan toplumlar, sanayide yeniden üretim disiplini sağlayan toplumlardır. İkincisi ise, merkez dünyânın ayrıcalıklı toplumları için savaşın yeniden üretimin dışına çıkarılmasıdır. Sermâyeye dayalı mübâdele tarzında insan, eğer görece değer kazandıysa bu yeniden üretimin aksamaması içindir. Bu konuda kimse eşitlik beklemesin. Nitekim, değer bulma ve değer görme skalasında üretim dışında kalanların hâlâ bir değeri olmadığı muhakkaktır. İş kazalarıyla meşhûr Türkiye"de, tablonun iyileşmesi ancak insan kayıplarının yeniden üretim kayıplarıyla eşlenmesi oranında mümkün olacaktır.[1]
Kaynaklar
- Y. Şafak. İnsan Hayatının Değeri | Süleyman Seyfi Öğün. (11 Eylül 2014). Alındığı Tarih: 6 Kasım 2023. Alındığı Yer: Yeni Şafak | Arşiv Bağlantısı