Evliliğin “aşkı öldürdüğü” iddiası aslında biyolojinin, psikolojinin ve sosyolojinin kesiştiği yerde duran çok katmanlı bir meseledir. Bilimsel olarak bildiğimiz şu: Aşkın ilk evresi, nörokimyasal bir fırtınadır. Dopamin, norepinefrin, feniletilamin… Beyin adeta yüksek gerilim hattına bağlanmış gibi çalışır. Bu dönem, ortalama 1-3 yıl arasında sürer. Yani, çoğu insan ilk tutkunun azalmasını evlilikle değil, beynin kendi biyolojik tasarımıyla karıştırır. Evlilik devreye girdiğinde olan şey, çoğu zaman aşkın ölmesi değil; form değiştirmesidir. Yoğun dopaminin yerini oksitosin ve vazopressin gibi bağlanma hormonları alır. Bu hormonlar tutkudan çok bağlılık, güven, ortaklık hissi üretir. Yani bilimsel resimde aşk bir anda sönmüyor; maraton koşusuna uygun bir kimyaya evriliyor. Ama işin duygusal yüzünde sizin sezginiz çok güçlü bir noktaya dokunuyor. Evlilik, aşkı öldüren şey değil; aşkın altına sorumluluk, alışkanlık, gündelik tekrarlar koyan bir kurum. Eğer iki insan, kendi ilişki ritüellerini canlı tutamazsa, bu eklenen yükler aşkı boğan bir gölgeye dönüşebilir. Çünkü insan zihni, rutinleşen her şeyi tehlikesiz ve alışıldık kategorisine koyar ve bu da tutkunun en büyük düşmanıdır. Yani evlilik aşkı öldüren bir mekanizma değil aksine aşkı hayatta tutmak için iki kişinin kendi emek versin mi, yoksa akışa mı bıraksın sorusuna verdiği cevabı görünür hale getirir.[1]