Kuvvetle Muhtemel!
Biz toplumsal varlıklarız ve öznemiz toplumdur, birey asla değil. Bu nedenle ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bireyin kutsandığı, öne çıkarıldığı ve özneleştiği her yapı eninde sonunda bireyin menfaatlerinin de özneleştiği bir seyir izler.
İşte toplumsal yapıların, ancak toplumsal araç ve argümanlar ile ve ancak toplumun ortak çıkarı için inşa olduğu kollektif emeğin bir çıktısı olarak varlığını sürdürebileceği realitesi bundandır.
Ve işte bu nedenledir ki, bu realiteye uygun olmayan yapılar, önce kendi ve zorunlu toplumsal özlerine yabancılaşır, bu yabancılaşma bir virüs gibi yayılıp yozlaşmaya ve vesilesi ile önce bireysel, ardından toplumsal çürümeye kadar varır.
Bu, birilerinin topluma lokomotif olmayacağı, peşinden sürüklemeyeceği, önderlik yapamayacağı anlamına gelmez. Fakat dikkat edin; donanımı, niteliği ve niyeti ne denli istendik olursa olsun, onu yaratan toplumsal özden uzaklaşıp, ortak yaratılanı (değer adına) aynı toplumsal öze ve hakkıyla iade etmeyen kim var ise önce otoriterleşir ardından diktatörleşir.
Hırsızın hiç mi suçu yok diyebilirsiniz? Evet, ve hatta suçun tamamı hırsızdadır…
Hiçbir diktatör, ben diktatör olacağım diyerek yola çıkmaz. Hep toplumsal yapıya atıflar yaparak ve güya toplum için kendini feda edecek denli fedakarlık söylemi ve başlarda nispeten eylemi üzerinden kendini var eder.
Fakat o toplum, kendisi için toplum olabilme yetilerini kazanamamış yahut bu yetileri zamanla ve çaktırmadan, kendiliğinden toplum (sürü) olacak şekilde aşınmış ve zamanla önemsizleşmiş ise; haliyle bunu ilmik ilmik ören de “emeğinin” karşılığını “heyl” olarak alır… ( Heyl selam anlamına gelir ve Hitler faşizmi ile özdeştir)
İşte sütten ağzı yanan kimi toplumlar, görece Avrupa toplumu, yoğurdu üfleyerek yemenin güvencelerini ikame etmeyi akıl edebilmiş ve toplumsal yapılarında denge-denetleme unsurlarına muazzam yatırımlar yapmıştır.
Meclis, Anayasa Mahkemeleri, Evrensel Hukuk vb. gibi. Çünkü gerek ortaçağ boyunca gerek kendi içlerinde yaşadıkları 30 ve 100 yıl savaşları gerekse mimarları kendileri de olsa 2 tane emperyalist paylaşım savaşı, bu bedellerin toplamıdır.
Üçüncü dünya ülkeleri yahut az gelişmiş olan ülkeler yahut daha doğru bir ifade ile geri bıraktırılmış ve nispeten yüzü demokrasiye ( burjuvası da olsa) dönen ülkeler; gerek onları ayakta tutacak ekonominin dışa bağımlı gelişimi gerekse ithal hukuk denemeleri, söz konusu ülkeleri yukarıdaki kategorinin dışına itmiş ve bu ülkelerde toplumsal denge- denetleme argümanları daha kolay çiğnenir hale gelmiştir. Hele ki var olan artı kazanımları arttıracak, hatta var olanı koruyacak kültürel devrimlerden de yoksun oldukları için daha kolay teslim olur hale gelmişlerdir.
Cidden geri olan ve henüz kapitalist ahlakın bile doğrudan giriş yapmadığı, ancak yerel erkleri ve onlara doğrudan bulaşmadan kukla gibi oynattığı ülkelere değinmeye bile gerek yok. Orada toplum ve katılım, demokrasi ve diktatörlük arasındaki çizgiler o denli yavan, özünden uzak ve o denli iç içe geçmiş ki; bunu Uganda diktatörü Jdi Amin’in ağzından dinleyelim: “İfade özgürlüğü var ama ifade ettikten sonra olacakları garanti edemem.”
Sonuç ve özet olarak: Genel bir ifadedir ve “Her toplum hak ettiği şekilde yönetilir.” derler.
Belki de sihir burada. Ancak sorumluluğun büyüğü bu tespiti yapanın omuzlarınadır ve şikayet etme hakkı da yoktur. Sevgiyle…