Kendi mağduriyetinin içine kapanmadan, hasımlarının dahi 'iyi'leşme ve vicdanen sağalma ihtimalini 'tahrik ederek', geleceği kurmaya bakan bir dil ve tavrı benimsemişti Hrant Dink. Herkesle konuşmaya açık, mutedil ve nazik tavrı, sadece meselesinin ağırlığının gerektirdiği temkinden değil, bu radikal iddiasından geliyordu. O, esinini lisedeki bir öğretmeninden aldığı dingin mücadele ilkesiyle, hakikat anlatıcısı olmanın getirdiği haklılığın ve meşruiyetin peşinatına güvenmeyerek, gerçekten herkese anlatmanın bir yolunu bulma sebatını taşıyordu.
Hasan Âli Yücel (1897-1961) 1925'te Milli Mecmua'da, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Avrupa medeniyetinin bize sıfır verdiğini yazar; milletimizi sınıftan döndürüyor, vatanından ediyordurlar. Fakat milletimiz ikmal imtihanını atlatmıştır: Bu numaraya razı olmadık. Çekişe çekişe, mümeyyizleri bütün beşeriyet olan bir heyet huzurunda tekrar tekrar imtihan olduk; İstiklal Harbi'ni kazandık demek, bize verilen sıfırı tam numaraya kalb ettik demekti. İkmal imtihanında pek mükemmel, yüzümüz ak bir halde çıktık. Kendisini emperyalizm karşıtı bir ulusal kurtuluş savaşının kahramanı olarak gören bir hareketin, savaştaki hasmını veya emperyalist sistemin hâkim güçlerini hakem olarak, öğretmeni olarak görmesi, şaşırtıcıdır, değil mi?
Siyaset felsefecisi Nilgün Toker, Türk sosyal demokrasisinin bir sosyal adalet ve eşitlik projesinin değil, bir ulus-devlet ve modernlik inşası projesinin adı olduğunu saptar. Bu nedenle devleti koruma önceliğine kitlenmiş, hatta neredeyse bir devlet aygıtı gibi görünmüştür. Toker'e göre Türk Sosyal Demokrasisi, ancak bir sol-demokrat kamuoyunun etkisiyle ve ancak o etki oranında, devletlû kimliğinden çıkıp sosyal-demokratlaşma istidadı kazanabilmiştir. O istidat, bir türlü devletin bekası markajından kurtulamamıştır. Sosyal demokrasinin evrensel karakteriyle de paylaşılan, ancak ciddi yerli ve milli katkıyla ağırlaşmış bir zaaf...