Thales aynı zamanda bir gökbilimciydi; bir senede 365 gün olduğunu göstermiş, yaz ve kış gündönümlerini hesaplamıştı. Ama belki de en önemlisi İÖ 28 Mayıs 585 tarihinde gerçekleşen güneş tutulmasını önceden bilmişti. Çünkü bu bilgi sonradan Batı düşünce geleneği içinde felsefe ve bilimi başlatan ilk bilgi olarak değerlendirilecekti. Bunun yanında takımyıldızlar hakkında da çok geniş bilgi sahibiydi Thales, hatta Güneş ve Ay'ın tahmini boyutları hakkında bile fikir yürütmüştü. Onun bu gök sevdası, Platon'da çok hoş bir hikâyeye bürünerek anlatılmıştır:
Thales bir gün başını göğe çevirmiş yıldızları gözlemliyormuş ki, birden bir kuyuya düşüvermiş. Muzip bir Trakyalı köle kız da onunla dalga geçmiş; yukarıda, göklerde ne olduğunu bilmek isterken önünde, ayağının altında ne olduğunu göremeyecek kadar çılgın biri diye.
Platon'un diyaloglarına sinen Sokrates karakteri, meraklı, sorgulayan, araştırmacı bir karakterdir. Doğrunun peşinden koşarken karşısındakini de sürekli dürter, onun da merak etmesini, sorgulamasını, araştırmasını ister. Hatta bu tavrını Sokrates'in Savunması adlı diyalogda uyuz bir ata dadanan atsineğine benzetir. Burada uyuz ya da uyuşuk at, Atina ve Atina'nın siyaset meydanıdır. Sokrates bir atsineği olarak bu ata konmuş ve onu sürekli mahmuzlamakta, yani uyandırmaya çalışmaktadır ki, Atina bir gün bu uyuşukluğundan silkinip tekrardan düşünebilsin, ufku açılsın, kendini eleştirerek yeni düşüncelere bulabilsin ve doğru olanı görebilsin.
Örneğin Sofist oluşumun babası sayılan Protagoras, Tanrılara Dair adlı eserinde önceki düşünürlerin tanrı inançlarını masaya yatırıp yekten Tanrıların ne var olduklarını, ne var olmadıklarını ne de neye benzediklerini bilebiliriz. Çünkü bunu öğrenmemize engel olabilecek bir sürü neden var, ama en önemli neden, bu meselenin kendiliğinden bulanık oluşu ve insan ömrünün bu konuya tam olarak vakıf olamayacak kadar kısa oluşu, demiştir.
Sofistlerin hepsi kuşkucuydu ve eleştiriden keyif alıyordu; sürekli duyularımızın yetersizliğinden, hata yapabilme olasılıklarının yüksek oluşundan ve bilinebilecek sağlam bir gerçekliğin olamayacağından dem vuruyorlar ve geleneğin doğaya karşıt olduğunu söylüyorlardı. İnsanın yaptığı yasaları, toplumsal âdetleri, dinsel inançları sarsılmaz görenlere karşı bir tavır sergiliyorlardı. Bu tutumları da her an eleştirilerin odağında olmalarına neden oluyordu, ama bir yandan da Yunan'ın aydınlanma çağı olarak adlandırılabilecek bir döneminin yaşanmasına da olanak tanıyordu; yani Yunan'ın büyük düşüncelere imza atan filozoflarını kendi içinden doğurmasına. Zeller bu konuda şöyle der: Biz Almanların Aydınlanma Çağı olmasaydı, bir Kant'ı da olmayacaktı; aynı şekilde Sofistler olmasaydı, Yunanlar da bir Sokrates'e ve Sokratesçi felsefeye sahip olamayacaklardı.
Diogenes'in dünya nimetlerini hiçe sayan tavrı, bir fıçıda geçirdiği ömrü, hazırcevaplığı hocası Antisthenes'i felsefe öğretide olmasa bile ahlaklı yaşama konusunda fersah fersah aşmasını, Kynik filozof denince akla ilk onun gelmesini sağladı. Klasik edebiyatçıların bazen ciddi bazen yarı ciddi şekilde onu eserlerine bolca malzeme kılmasına; klasik düşünürlerin kendine yeterlilik, doğaya uygun yaşama teorilerini onun üzerinden açıklamaya çalışmasına ve Bronz bile zamanla pas tutar, ama senin şöhretini, Diogenes, sonsuzluk bile alıp götüremeyecek. Çünkü sen tek başına ölümlülere kendine yeterlilik dersi verdin, onlara en kolay nasıl yaşanacağını öğrettin, şeklinde övgülere mazhar olmasına neden oldu.
Trajik varoluşunu sergileyerek doğanın karşısına geçip Arkhe nedir? diye soran bilge Thales, zihnin ilk katmanıyla, yani mitolojik düşünme katmanıyla doğanın kendisine çizdiği sınırı aşmaya çabalayan bir dünyanın çocuğuydu. Yarısı yanmış fragmanlardan edindiğimiz bilgilerle listesini çıkarmaya çalıştığımız Thales gibi yaşamını doğayı okumaya ve doğa hakkında bilgi edinmeye adayan diğer bilgeler de öyle. Bunlar mitolojik şiir geleneğini çelişkilerden soyarak farklı tarzda ele alıp tarafsız gözlem yapmaya ve düşünceyi nedensel bağlamlar içinde biçimlendirmeye gayret eden ilk gerçek düşünce adamlarıydı. Aslında doğurtmaya çalıştıkları, mitolojinin tanrılarına ve topluma sessiz ve derinden bir başkaldırıydı; iliklerine kadar birey olduğunu duyumsamaydı; ölümlü olduğunu bildiği halde ölümsüzmüşçesine sürgit düşünme ve yaşamaydı; hayal gücünün sınırlarını zorlama, doğayı ve kendini tanımaya duyulan derin bir tutku ve bundan alınan görkemli hazdı; başka deyişle felsefenin kendisiydi.
Duyum üzerine kurdukları felsefeleriyle Epikurosçular bireyi öne çıkarıp ruhunu tanrı ve ölüm korkusundan kurtararak ona büyük bir teselli kaynağı olacakları kanaatindedirler; öyle ki insanın ruhsal yarasını dindirmeyen bir felsefenin hiçbir işe yaramayacağını iddia edecek kadar.