Felsefe literatürü, bedenleri hor görüp ruh, zihin ya da düşünceleri yüceliğe layık bulma tavrının gerisinde ölümsüzlük tutkusunun yattığı konusunda hemfikirdir. Sonlu olduğunu bilen tek varlık insan mıdır, bilemiyoruz; ama sonlu olmak fikriyle arası en kötü varlığın insan olduğundan kuşku duyamayız. Basitçe ölmek, yok olmak, doğaya karışmak düşüncesiyle baş edemiyoruz. Woody Allen'ı bir kez daha anmanın tam zamanı! Kendisine eserleriyle ölümsüz olmayı isteyip istemediği sorulduğunda, bilakis, ölmeyerek ölümsüz olmayı istiyorum dediği anlatılır.
Tanrı'yı ya da herhangi bir varlığı, bu dünyayı aşan, aşkın, maksatlı ve karar verip eyleyen, bizi gözetleyen, ödüllendirecek ya da cezalandıracak bir güç olarak benimsememiz bizi sevince dönüşmekten alıkoyar; yaşamımıza derinden derine bir suçluluk, sinsi bir melankoli ve cezalandırılma tedirginliği yerleştirir; aşkıncılık varsayımı evrenle neşeli bir kucaklaşmanın önüne geçebilir, bizi canlı-cansız tüm varlıklarla bir ve birlikte olmaktan uzaklaştırabilir.
Conatus gereği eyleyip dururken bu yaşantıyı sözde yüce bir ereğe varmak için kederli bir mesaiye mi dönüştüreceğiz yoksa varılacak yeri bir kenara bırakıp yolda olmanın tadını mı çıkaracağız?
Varlıklar arasında yalnız biz kederli insan varlıkları, “ulaşmak”tan “ilerleme”yi anlarız.; öyle ki, ilerlemeye yönelik olmayan bir ulaşma kavramımız bile yoktur. Hedef, gaye, emel, amaç, ilerleme gibi kavramları yüceltip dururken, adeta erekselci varsayımlarımızın tetiklediği ‘kederli bir öte’ için ‘sevinçli bir şimdinin’ farkına bile varamaz oluruz.
Belki de tüm yaşam, eşsiz bir senfonik bestenin canlı orkestrasında çalmak gibidir; her birimiz, her bir varlık, canlı ya da cansız her bir zerre, senfoninin bütüncül melodisine katkıda bulunurken bu sonsuz uzunluktaki konserin kaydı tutulmayacak, kimse tarafından icranın tümü dinlenmeyecektir. Böyleyse bile (ya da tam da böyle olduğu için), senfonideki bir çığlık, bir alkış, bir kaplumbağa sürünüşü ya da bir obua nefesi olmanızın neresi hüzünlüdür? Kozmik bir festivalde olduğumuzu bilerek yaşamak, burada ve şimdi senfoniye katılmak sevinçli bir meşguliyet olamaz mı?
İnsanlar akılları erdiği andan itibaren kendilerini arzuladıkları bir şeylere yönelirken bulmakta, böylece kendilerini oldum olası amaçlı olarak duymaktadır. Bunu çok derinlerde yatan ve kesinlikli bir hakikat sanarak, çevrelerinde olup biten her şeyde ve her varlıkta da bir tür amaçlılık ya da yönelmişlik olduğunu düşünürler. Öyle ya, doğal çevrelerinde kendilerinin yaratmadığı onca varlık, besin ya da obje vardır ve bunların hepsi adeta insanların amaçlarını (arzularını, gereksinimlerini) karşılamak için bulunmaktadır. Demek ki, bir güç bu şeyleri insanların amaçları için yaratmış olmalıdır. İnsanlar giderek tüm evreni de bu insan merkezli amaç kavrayışı çerçevesinden görmeye başlarlar. Tanrı'yı, böylece, tıpkı kendilerini algıladıkları gibi, belli bir amaç ya da program uyarınca yaratan bir güç gibi hayal eder ve ona insanlara özgü olduğunu sandıkları (öfkelenmek, cezalandırmak, bağışlamak, karar vermek vb) sayısız niteliği yakıştırırlar.
Hüzün doğası gereği hem bedenin hem de zihnin eyleme gücünü düşürür. Dolayısıyla hüzün duygusunun upuygun nedeninin kendi doğamız (özümüz, var kalma direncimiz) olması olanaksızdır; hüzün, zorunlu olarak pasif durumlarımızda, dışarıdaki bedenlerin etkisiyle ortaya çıkar. Modern toplumun en ciddi sorunlarından sayılan depresyon. Etika'nın anladığı anlamda hüzün duygusuna epeyce benzer; depresif kişi önce arzulamayı, yani iştah duymayı keser, giderek fiziksel ve ruhsal bir durağanlık, etkinlikten uzak kalma eğilimi baş gösterir, belirtiler arttıkça kişinin eyleme gücü iyiden iyiye düşer ve derin bir mutsuzluk içinde pasif duygulanışların esiri olur.