“Evet, insanı ikiye böldüler, her yarıyı öbür yarıya karşı gelmek üzere konumlandırdılar. Ona vücudu ve bilincinin ölümcül bir kavgaya tutuşmuş düşmanlar olduğunu öğrettiler. Birbirine ters yaradılışta iki hasım; istekleri çelişkili, ihtiyaçları uyuşmaz, birine yarayan ötekine zararlı. Ruhunun doğaüstü bir alana ait olduğunu ama bedeninin, o ruhu bu dünyada hapis tutan bir kafes olduğunu öğrettiler. İyiliğin vücudu yenmek, yıllar süren sabırlı mücadelelerle onu sabote etmek demek olduğunu söyleyip insanı kafesten kaçmaya, mezarın özgürlüğüne kavuşmaya teşvik ettiler. İnsana kendisinin, her ikisi de ölümün sembolü olan iki unsurun oluşturduğu umutsuz bir uyumsuz olduğunu öğrettiler. Ruhu olmayan bir vücut, cesettir; bedeni olmayan ruh da hayalettir…”
Senin için ölebilirim. Ama senin için yaşayamam.
Sevgiden en çok söz edenler, onu hiç hissetmeyenlerdir.
Ben hiçbir şeyin simgesi olmak istemiyorum. Ben yalnızca benim.
Diyelim ki ben 60 sene yaşayacağım. Bu zamanımın çoğu çalışarak geçecek. Çalışmak için kendime iyi bir iş buldum diyelim. Eğer o işi sevmezsem bu 60 sene bana işkenceden başka hiçbir şey olmaz.
Bu doğru mu? diye sormuyorlar. Başkaları bunu doğru buluyor mu? diye soruyorlar. Kendilerini sorgulamak için değil, tekrarlamak için.
Yüzyıllardır, hayatınızın Tanrı’ya ait olduğu vaazını verenlerle, topluma ait olduğunu iddia edenler arasında ahlâk savaşı verildi. Onlar iyiliğin, cennetteki ruhlar için kendini feda etmekle dünyadaki yetersizlere feda etmek olduğunu söylerken kimse size gelip de size ait hayatınızı yaşamanızın asıl iyilik olduğunu söylemedi.