Antik Yunan'da Evrim Teorisi: Evrimin Temellerinin İlk Olarak Yeşerdiği Medeniyete Bir Bakış...
Evrimsel biyolojiye giriş yapacak biri, bu alanın kökenlerinin çok eskiler gittiğini bilmelidir. Bu tarihsel birikim, aynı zamanda teorinin gücünü de belirleyen unsurlardan birisidir. Tarihte, evrime dair görüşlerin ilk izlerine Antik Yunan'da rastlamaktayız.
Antik Yunan Medeniyetinde Yaşamın Kökeni, Yaratılış ve Evrim Düşünceleri
Antik Yunan medeniyeti, daha sonra birçok bilimsel düşünceye temel oluşturacak fikirlerin ortaya atıldığı bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bunlardan biri de canlılığın kökeni ve nasıl çeşitlendiği ile ilgili görüşlerdir. Bu yazımızda, Antik Yunan medeniyetinde canlılığın kökeni ve değişimiyle ilgili görüşlere bakış atacak, Evrim Teorisi'nin tarihsel temellerini inceleyeceğiz.
Thales
Bu konuda seküler temellere dayalı olarak görüş bildiren Thales, (M.Ö. 625-545) Antik Yunan Milet Okulu filozoflarının ilkidir. Kendisi, bugün bilim diye adlandırdığımız çalışma alanının oluşmasında belki de ilk adımı atmış kişidir. Kendi çağının bilgisini ve kendinden önceki din ve mitosları eleştirel bir şekilde ele alıp, kendi görüşünü akla dayalı bir şekilde açıklaması ile bilimsel düşüncenin temellerini atmıştır.
Thales, kuramsal bilgi konusunda da ilk adımı atmış kişidir. Kendisi her şeyin ana maddesinin su olduğunu belirtmiştir. Ona göre, su olmazsa yaşam da olmazdı ve su hem yaşamın hem canlılığın olmazsa olmaz maddesidir. Burada ana madde olarak suyun üç halini de kastetmiştir (Topdemir & Unat, 2009: 17-18). Suyu sıvı olarak denizlerde, katı olarak buzullarda ve gaz olarak havada düşünerek genel bir görüş sunmuştur.
Kendisi, canlılığı ve canlılığın oluşması için uygun koşulları sağlaması açısından suyun önemini görmüş ve ana madde olarak suyu göstermiştir (Kurtulan & Kartoğlu, 1988: 106). Canlılığın tüm hallerinde zorunlu olarak su, ona göre olmazsa olmazdır ve canlı çeşitliliği içerisinde değişmeden varlığını sürdüren şeyin su olduğunu vurgulamıştır. Thales’i bu görüşe götüren sebeplerden biri de suyun hem dünyada hem de canlı vücudunda çok fazla yer kaplamasıdır. Çünkü ona göre dünya suyun üzerinde yüzmektedir (Arslan, 2006: 88-90). Suyun bir zamanlar dünyadaki karaların üstünde olduğu düşüncesi de onu bu görüşe götürmüş olabilir.
Bunların dışında Thales ilk kez seküler ve doğaya dayalı bir görüş sunması açısından da çok önemlidir. Bugün bilim diye adlandırdığımız insan aklının ürünü olan çalışma alanındaki ilk kıvılcımı Thales atmıştır. Din ve mitolojik öğretileri bir kenara bırakarak kendi aklını bilgiyi yorumlamada ve üretmede kullanıp, bilimsel düşünce sisteminin temellerini atmıştır. Ayrıca evren ve canlılık hakkında yaptığı genelleyici yorumlar da onun çok önemli olan bir diğer katkısıdır. Thales, ana madde tartışmasını da başlatmıştır ve kendi görüşü olarak suyu ön plana çıkarmıştır.
Bu fikirlerinin hepsi ilk olması açısından çok önemli bir bilimsel sıçrayış olarak değerlendirilebilir. Kendisi bilimsel düşünce sisteminin temelini atmış olmakla birlikte dünyanın insan aklı ile açıklanabileceğini göstererek kendinden sonraki kişilere de bu konuda önderlik etmiştir.
Anaksimandros
Canlılığın oluşması ile ilgili görüş bildiren bir diğer kişi ise Antik Çağın büyük düşünürü ve Milet Okulunun ikinci filozofu olan Anaksimandros (M.Ö. 610-542)’tur. Kendisi, aşamalı olarak canlıların gelişimi düşüncesi ile birlikte bu fikre dair ilk somut kıvılcımı başlatmıştır.
Anaksimandros, kendinden önceki bilgi birikimlerini de değerlendirerek yaşam ve canlılık ile ilgili değişim ve dönüşüm temelli bir görüş ortaya atmıştır. Ona göre bir zamanlar tüm karalar suyun altındaydı ve zaman geçtikçe sular çekildi ve kara parçaları yükseldi. Toprak da suları emerek zamanla karaların ortaya çıkmasına ve canlılığın bu şekilde devam etmesine olanak sağlamıştır. Bu görüşünü, dağların ve tepelerin yüksek noktalarında deniz canlılarına ait fosillerin bulunması ile desteklemiştir (Kurtulan & Kartoğlu, 1988:106).
Anaksimandros, elindeki verilerden yola çıkarak, eskiden tüm dünyanın sularla kaplı olduğu görüşünden hareketle canlılığın da suda başlamış olduğu düşüncesine varmıştır. Dolayısıyla ona göre canlılık suda başlamış ve ardından suların toprak tarafından emilmesini takiben suların çekilmesi ile birlikte karaya taşınmıştır.
Anaksimandros’un gözlemlerinden yola çıkarak yaptığı bir diğer genelleme ise insanın atalarının dünya koşullarına ayak uyduracak seviyeye gelmeden önce balıkların vücutlarında doğduklarını ileri sürmesidir. İnsan atalarının ancak dünya koşullarına uyumlu olabilecekleri erginliğe geldiği zaman karaya geçip yaşamaya başladıklarını söylemiştir. İnsanın belli bir aşama ve süre geçtikten sonra yaşama hazır olabileceği görüşü, Anaksimandros’un doğal bir gözleminden süzülerek gelmiştir (Yıldırım, 1989: 19-20).
Evrim Ağacı'nın çalışmalarına Kreosus, Patreon veya YouTube üzerinden maddi destekte bulunarak hem Türkiye'de bilim anlatıcılığının gelişmesine katkı sağlayabilirsiniz, hem de site ve uygulamamızı reklamsız olarak deneyimleyebilirsiniz. Reklamsız deneyim, sitemizin/uygulamamızın çeşitli kısımlarda gösterilen Google reklamlarını ve destek çağrılarını görmediğiniz, %100 reklamsız ve çok daha temiz bir site deneyimi sunmaktadır.
KreosusKreosus'ta her 10₺'lik destek, 1 aylık reklamsız deneyime karşılık geliyor. Bu sayede, tek seferlik destekçilerimiz de, aylık destekçilerimiz de toplam destekleriyle doğru orantılı bir süre boyunca reklamsız deneyim elde edebiliyorlar.
Kreosus destekçilerimizin reklamsız deneyimi, destek olmaya başladıkları anda devreye girmektedir ve ek bir işleme gerek yoktur.
PatreonPatreon destekçilerimiz, destek miktarından bağımsız olarak, Evrim Ağacı'na destek oldukları süre boyunca reklamsız deneyime erişmeyi sürdürebiliyorlar.
Patreon destekçilerimizin Patreon ile ilişkili e-posta hesapları, Evrim Ağacı'ndaki üyelik e-postaları ile birebir aynı olmalıdır. Patreon destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi 24 saat alabilmektedir.
YouTubeYouTube destekçilerimizin hepsi otomatik olarak reklamsız deneyime şimdilik erişemiyorlar ve şu anda, YouTube üzerinden her destek seviyesine reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. YouTube Destek Sistemi üzerinde sunulan farklı seviyelerin açıklamalarını okuyarak, hangi ayrıcalıklara erişebileceğinizi öğrenebilirsiniz.
Eğer seçtiğiniz seviye reklamsız deneyim ayrıcalığı sunuyorsa, destek olduktan sonra YouTube tarafından gösterilecek olan bağlantıdaki formu doldurarak reklamsız deneyime erişebilirsiniz. YouTube destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi, formu doldurduktan sonra 24-72 saat alabilmektedir.
Diğer PlatformlarBu 3 platform haricinde destek olan destekçilerimize ne yazık ki reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. Destekleriniz sayesinde sistemlerimizi geliştirmeyi sürdürüyoruz ve umuyoruz bu ayrıcalıkları zamanla genişletebileceğiz.
Giriş yapmayı unutmayın!Reklamsız deneyim için, maddi desteğiniz ile ilişkilendirilmiş olan Evrim Ağacı hesabınıza üye girişi yapmanız gerekmektedir. Giriş yapmadığınız takdirde reklamları görmeye devam edeceksinizdir.
Anaksimandros, gözlemleri neticesinde görmüştür ki insan yavrusu uzun bir süre bakıma muhtaç şekilde dünyaya gelmektedir. Dolayısıyla insan yavrusunun bakıma muhtaç olduğu dönemde, ona bakması gereken bir canlı olmalıdır. Bu görüş oldukça yüksek bir fikirdir çünkü insanın belli bir zamana kadar bakıma muhtaç olarak dünyaya gelmesi ile birlikte onun bakımını yapacak başka bir canlı gereksinimi ortaya çıkmıştır. Bu canlı sayesinde insan hayatta kalabilmiştir. Yani insana bu uzun bakım evresinde insan olmayan bir canlı eşlik etmiştir ki insan olgunlaşana kadar hayatta kalabilmiştir. Dolayısıyla yine Anaksimandros’a göre eğer insan uzun süren bu bakım süresince balıkların karnında kalmasaydı, karaya adım attığı zaman yeterince olgunlaşmamış olacağından doğada uzun süre hayatta kalamayacaktı (Arslan, 2006: 104-105).
Anlaşılacağı üzere canlılığın değişim ve dönüşümler ile birlikte ortaya çıktığı fikri henüz Antik Çağ’da ele alınmış ve insanlığın ortak düşünce dünyasının doğal bir ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Bir gözlemci olarak doğanın karşısında olan insanoğlu, gözlemleri neticesinde bu fikri aşamalı olarak geliştirmiştir.
Yaşama ve canlı çeşitliliğine dair bilimsel temellere dayanan somut görüşlerin ilkini Anaksimandros atmıştır. Kendisi, bir doğa felsefecisi ve doğa araştırıcısıdır. Kendisinden önceki yaşama ve canlı çeşitliliğine dair görüşleri toplayıp kendi gözlemleri neticesinde bilimsel görüşe yakın bir şekilde değerlendiren Anaksimandros, canlılığın aşamalı olarak gelişimi ile ilgili, erken evrede ilkel sayılabilecek ilk görüşü sunmuştur. Fakat bu görüşü kendi çağındaki bilgi birikimine göre çok yüksek sayılabilecek bir fikirdir.
Anaksimandros’u özel kılan bir diğer konu ise fikirlerini kendi aklına dayandırmasıdır. Yani kutsal dogmalarla veya genel kabul gören görüşlerle ilgilenmemiştir. Kendi gözlemleri neticesinde yine kendi aklını kullanarak canlı çeşitliliği hakkındaki görüşünü sunmuştur. Bu dönem, aynı zamanda insan aklını, deney ve gözlemi esas alan modern bilimin de düşünsel anlamda temellerinin atıldığı bir zaman dilimidir. Fakat deney araçları kısıtlı olduğundan filozoflar genel olarak fikirlerini doğa gözlemlerine dayandırmıştır (Birand, 1958: 13-16). Anaksimandros’un fikirlerini sunarken doğaüstü güçlere yer vermemesi ve doğal süreçlerin sonucunda yaşamın ve canlılığın oluştuğunu ileri sürmesi kendinden sonra gelecek olan kişileri de bu konuya aynı açıdan bakarak düşünmeye ve araştırmaya sevk etmiştir (Gökberk, 1998: 22-23).
Ayrıca Anaksimandros, insanın ortaya çıkması için aşamalı bir süreç öngörmüştür. Bu fikri de çağının bilgi ve birikimine oranla muazzam bir fikirdir. Çünkü doğaüstü bir güç tarafından bir anda yaratılan insan fikrinin terk edilmesinde bu düşünce önemli bir yere sahiptir. Yani insan direkt olarak bir doğaüstü güç tarafından değil, doğal süreçlerin bir ürünü olarak yaşam sahnesine çıkmıştır.
Thales ve Anaksimandros değişim ve gelişime fazlasıyla dikkat çekmiştir. Onlara göre Dünya durağan değil dinamik bir haldedir. Dolayısıyla canlılık da aynı şekilde değişim ve dönüşümlerle mümkün olabilecektir. Bu ikilinin bir diğer önemi de birbirlerinin görüşlerini yanlışlanabilir olarak kabul etmeleridir. Örneğin: Thales’in ana madde olarak suyu görmesine karşılık Anaksimandros bu görüşü değiştirmiş ve ana madde olarak apeiron’u göstermiştir (Arslan, 2006: 98). Ona göre apeiron, sonsuz sınırsız bir maddedir ve şeyler ondan meydana gelir. Yani canlılık ve evren sonsuz ve sınırsız bir maddeden meydana gelmiştir. Buradan çıkardığımız gözlem ise, bu kişilerin kendinden sonrakilere değişmez kesin doğrular bırakmadığıdır. Tartışılabilir ve yanlışlanabilir görüşler bırakmaları sayesinde bilimsel düşünce aşamalı bir şekilde gelişebilmiştir.
Anaksimenes
Canlılığın ortaya çıkışıyla ilgili görüş bildiren bir diğer kişi olan Anaksimenes (M.Ö. 560-480) Milet Okulunun üçüncü ve son temsilcisidir. Anaksimenes de canlılık ve yaşamla ilgili görüşlerini seküler bir dünya görüşü etrafında birleştirmiştir. Kendisi, ana madde olarak havayı öne sürmüştür. Ona göre hava, seyrekleşme ve yoğunlaşma gibi iki farklı hareketi sayesinde maddeleri meydana getirmiştir. Ayrıca hava, onun tarafından yaşamın oluşabilmesi için olmazsa olmaz madde olarak da ele alınmıştır. Anaksimenes’e göre hava, sıkıştığı zaman suyu, daha fazla sıkıştığında toprağı, daha da fazla sıkıştığında taş ve kaya gibi maddeleri meydana getirmiştir. Hava seyrekleşince de ısıyı ve ateşi ortaya çıkarmıştır.
Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi doğa filozoflarının ana madde arayışlarının arkasındaki sebep ise değişenin arkasında değişmeyen, sabit kalan ve değişime olanak sağlayan maddeyi bulma çabası olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Anaksimenes’in ana madde olarak havayı göstermesi bu bakış açısıyla yorumlandığında son derece mantıklıdır. Hava, hiç durmayan ve sürekli değişen yapıda olan bir madde olarak yorumlanmıştır. Yani değişimin ve oluşumun etken maddesi olarak hava gibi sürekli değişen bir madde seçilmesi kendi içinde mantıklıdır. Hava, sınırsız yayılma ve etki etme gücü bakımından da yine mantıklı bir ana madde seçimidir (Gökberk, 1998: 23).
Öte yandan havanın ana madde seçilmesinin arkasında metafizik bir sebep olarak ruh kavramı da önemli bir role sahiptir. Canlı olan her şeyin nefes alma ve soluma gibi havayla olan iletişimleri ile ruh ilişkilendirilmiştir. Yunanlılar gözlemleri neticesine ölü olanın tüm organlarının yerinde olmasına rağmen neden hareket etmediğini düşündüklerinde nefes almadığını gözlemleyerek nefes ve ruh ilişkisini kurmuşlardır. Bu gözlem de nefes almak için gerekli olan havanın ana madde olarak seçilmesinde etkili olmuş olabilir (Birand, 1958: 14-16).
Anaksimenes’in bu görüşlerine ek olarak, varlıklardaki nitelik farklılıklarının niceliksel farklardan kaynaklandığını söylemesi de oldukça yüksek bir görüştür. Bugün modern doğa bilimi de bu görüş üzerinde ittifak halindedir (Arslan, 2006: 121-125). Ayrıca kendisinin canlılık özelliği taşıyan varlıkların ıslak bir ortamda gelişmeye başladığını tespit etmesi de önemli bir görüştür. Ona göre bitkiler de canlıdır ve Anaksimenes, bitkileri yerde sabit olarak yaşayan hayvanlar olarak tanımlamıştır (Demirel, 2011: 55). Bu görüşüyle bitkileri ve hayvanları ortak bir canlı kümesinde değerlendiren Anaksimenes, canlılığın tek bir kaynaktan türediği ve çeşitlendiğine dair ilk vurguyu yapmıştır. Bu görüş daha sonra birçok kişi tarafından geliştirildikten sonra, bilimsel veriler tarafından da desteklenmiştir.
Herakleitos
Canlılığın ortaya çıkışıyla ilgili Herakleitos (M.Ö. 540) da kendinden önceki Miletli filozoflar gibi ana madde üzerinden, değişim ve dönüşüm temelli olarak canlı çeşitliliğini açıklama yoluna gitmiştir. Onun görüşüne göre ise ana madde ateştir. Ateşe ilaveten Anaksimenes’in sıcak hava ile oluşum fikrini de teorisini desteklemek için kullanmıştır. Yine ona göre canlı olan ya da olmayan her şey, ana maddeden oluşur ve ana maddenin kendisine dönüşür.
Herakleitos, sürekli olarak doğada bir değişim ve dönüşüm gözlemlemiştir. Ona göre değişmeyen tek şey değişimin kendisidir (Birand, 1958: 17-19). Varoluş ve yok oluş süreçleri de değişimin ve dönüşümün olmazsa olmaz parçalarıdır. Buna ek olarak canlılık ve değişim fikirleriyle birlikte, canlılık hakkında ileri sürdüğü, aşamalı olarak gelişim fikri de çok önemli bir ilerleme olarak değerlendirilmelidir. Ona göre varlığın asıl sebebi onu oluşturan süreçlerin toplamıdır.
Herakleitos, varlıkların oluş içerisinde olmasını da zıtlıkların varlığı ile açıklamıştır. Ona göre evrenin var olmasında ve canlılığın ortaya çıkmasında zıt kuvvetlerin varlığı çok önemlidir. Birbiri ile mücadele içinde olan kuvvetler olmasaydı ne evren ne de canlılık olmayacaktı. Zıt kuvvetler sürekli değişim ve dönüşüm için kesinlikle gerekliydi (Gökberk, 1998: 25).
Herakleitos, bunlara ek olarak ancak ve ancak çokluğun bir birlik yaratacağı fikrini de öne sürmüştür. Yani çokluk olmadan birlik, birlik olmadan da çokluk olamazdı. Burada çokluktan kasıt, kesin olarak belirli olan bir kaynaktan değil de birçok doğal şeyin etkileşimi ile varlığın oluşabileceği konusudur. Yine burada bahsedilen çokluğa dayalı dönüşüm yasası fikri üzerinde daha sonra çok önemli araştırmalar yapılacaktır (Arslan, 2006: 186-196). Herakleitos, zıtlıkların uyumu veya yaratıcı gücü üzerine de önemli tespitler yapmıştır. Ona göre doğada oluşan her türden oluş ve yok oluş zıt kuvvetler arasındaki mücadeleden meydana gelmiştir.
Bu diyalektik bakış açısı bizi doğada sürekli olarak bir mücadele olduğu sonucuna götürür. Zıt kuvvetler veya rakipler birbiriyle sürekli olarak varlığını ve yaşamını sürdürme çabası içerisine girmiştir. Ona göre hayvanlar, bitkiler ve insanlar gibi canlıların, çeşitliliğini ve sürekliliğini doğadaki kör kuvvetlerin birbiri ile olan etkileşimleri sürdürmektedir (Weber, 1993: 21-22).
Herakleitos’un doğadaki mücadeleden kastettiği şey ise sadece kör fizik kuvvetlerinin birbiriyle kimyasal veya fiziksel etkileşimleri değildir. Herakleitos bu kavramı daha geniş kapsamda kullanmıştır. Canlılar arasında kıt kaynaklar sebebiyle yaşanan mücadele de canlı çeşitliliğini oldukça etkilemiştir. Bu düşüncesiyle Herakleitos da yüksek bir fikir ile karşımıza çıkmaktadır. Bugün modern anlamda evrim teorisini ele aldığımızda kullandığımız en önemli kavramlardan biri doğal seçilim mekanizmasıdır (Şahin, 2007: 86). Yani güçlü olanın ve daha fazla uyum sağlayanın hayatta kaldığı canlılar âlemini bu şekilde değerlendiriyoruz.
Bu kavramı da biraz açtığımızda Herakleitos’un görüşüne çok yakın bir görüş olan mücadele kavramı ile karşılaşıyoruz. Bu görüş, mücadele kavramı ile doğal seçilim fikrine kaynaklık etmesi ve düşünsel anlamda temel oluşturması açısından önemlidir. Doğada birbirinin doğal rakibi olan canlılar arasında geçen mücadele hem evrimin yönünü hem de canlı çeşitliliğini direkt olarak etkilemiştir. Bu açıdan Herakleitos’un kendi döneminin bilgi birikimiyle söylediklerinin bugün modern bilimde tam olarak karşılığı vardır. Charles Darwin’in anlattığı doğal seçilim ile canlılar âlemindeki mücadele mekanizmasının temelinde Herakleitos’un düşünceleri temel oluşturmuş olabilir.
Tüm bu olgulardan hareketle diyebiliriz ki Herakleitos da kendinden önceki filozofların düşüncelerini daha ileriye taşımış ve meseleye farklı yönlerden katkılar sağlamıştır. Özellikle hem doğadaki fiziksel kuvvetlere hem de canlılar âlemindeki hayatta kalma mücadelesine dikkat çekmesi bu konuda belki de en önemli katkısıdır.
Empedokles
Hayatın ortaya çıkışıyla ilgili Empedokles (M.Ö. 495-435) kendinden önceki doğa filozofları gibi varlıkların meydana geliş sürecini tek bir ana maddeye bağlamamıştır. Kendisinden önce farklı filozoflar tarafından su, ateş ve hava ana madde olarak ele alınmıştı. Empedokles bu üç maddeye toprağı da ekleyerek ana madde sayısını dörde çıkarmıştır. Bu dört madde arasındaki ilişki ise uyum ve uyuşmazlık ilkeleri çerçevesinde şekillenmiştir. Bahsettiğimiz 4 ana madde uyumlu oldukları zaman birleşir uyumsuz olduklarında da ayrılırlardı (Kranz, 1976: 90). Empedokles’e göre 4 ana maddenin birbirleri ile uyum ve uyumsuzluk gibi ilişkileri sayesinde sürekli olarak değişim ve dönüşüm gerçekleşmiş ve canlılık meydana gelebilmiştir.
Ona göre zaman geçtikçe ilkel yaşam tarzlarından daha karmaşık yaşam biçimlerine geçiş yapılmıştır. Yani canlılığı olanaklı kılan organizmalar birden ortaya çıkmamış zamanla ortaya çıkmıştır. Organlar ayrı ayrı gelişmiş daha sonra birleşmişlerdir. Birbirinden ayrı bir şekilde meydana gelen organlar belli belirsiz birleştikleri için birleşim sonrası uyumlu olanlar yaşamlarını sürdürmüş, uyumsuz olanlar da yok olmuşlardır. Bu aşamada Empedokles, garip varlıklar hayal etmiştir. İnsan başlı öküzler veya öküz başlı insanlar gibi birçok hayali canlının eski zamanlarda ortaya çıktığını düşünmüştür (Arslan, 2006: 279-280). Tabii bu varlıklar uyumsuz olacakları için yaşamlarını sürdürememişlerdir.
Bu hayali görüşüne rağmen Empedokles, önemli bir noktaya isteyerek veya istemeyerek temas edebilmiştir. Modern bilimsel yöntemlerle tespit edilen en fazla uyum sağlayanın yaşamını sürdürmesi fikrinin temellerini Empedokles atmış olabilir. Burada Darwin’in bulduğu evrim yasalarından birinin düşünsel anlamda en ilkel halini gözlemlemekteyiz (Şahin, 2007: 93).
Empedokles’in bir diğer önemi ise canlıların uyumlu olduğu halleriyle yaşamlarını sürdürmeleri ve soylarını bu şekilde aktarmalarıdır. Burada evrimin temel yasalarından biri olan kalıtım yasasının, sadece gözleme dayanan varsayımsal ve ilkel bir halini gözlemlemekteyiz (Weber, 1993: 29). Canlılar doğaya uyumlu oldukları hallerini koruyup bir sonraki kuşaklara uyumlu dölleri aktararak soylarını devam ettirmişlerdir. Empedokles, tüm bu görüşlerine ek olarak köken kavramını da ilk kez kullanan kişidir. Canlılığın kökenini uyum yasalarıyla açıklaması bakımından da çok önemli bir düşünce ortaya atmıştır (Ateş, 2009: 16).
Tüm bu görüşleri neticesinde canlılığın aşamalı olarak gelişiminin açıklanması konusunda, kendisinden sonra gelecek olan düşünürlere öncülük etmiştir. Ayrıca kendinden önceki düşünürlerin fikirlerini de daha ileriye taşımıştır.
Anaksagoras
Hayatın ne şekilde ortaya çıktığına dair Anaksagoras (M.Ö. 500-428) da kendinden önceki doğa filozofları gibi varlığı ve canlılığı açıklama çabasına girmiştir. Kendisi Empedokles’in birçok görüşüne katılmıştır ve kendine has görüşü olarak da hiçbir şeyin hiçlikten meydana gelemeyeceğini söylemiştir. Anaksagoras’a göre varlığın meydana gelmesi “birleşme” ile yok olması ise “ayrılma” ile açıklanmaktadır. Yani belli maddelerin birleşmesi ve ayrılması sonucu varlıklar bir araya gelir veya yok olurlar. Anaksagoras ana madde kavramına da yeni bir bakış açısı getirmektedir. Ona göre doğada hali hazırda var olan organik ve inorganik maddeleri daha küçük hallerine ayırsak yani günümüz deyimi ile ayrıştırsak dahi karşımıza yine bir karışım çıkacaktır (Birand, 1958: 23-26). Yani tüm maddelerin ortak bir ana maddesi değil de her birinin ayrı ayrı karışımları ile karşılaşacağız.
Yine onun bir diğer görüşü de maddelerin sınırsız olarak daha küçük parçalara bölünebileceği görüşüdür. Bu görüşüne dayanarak canlıları meydana getiren tohumlar olduğunu söylemektedir. Canlıların beslendiği besinlerde de yine bu tohumlara ait şeyler olduğunu söylemektedir. Yani insanın yediği besinlerde insanın tohumunda olan bileşenlerin olduğunu ileri sürmektedir. Anaksagoras’ın bahsettiği tohumlar ona göre her şeyden bir şeyler içeren tohumlardır. Bu tohumlar, farklı şekillerde bir araya gelerek farkı şeyler meydana getirebilmektedir (Şahin, 2007:95).
Bunlara ek olarak Anaksagoras, evrenin ilk durumunu tasvir ederken her şeyin her şeyle karışmış olduğu kimyasal bir çorbayı tasvir etmiştir. Bu görüşü, bugünkü modern bilimle birebir uyuşan bir yapıdadır.
Anaksagoras’ı kendinden önceki filozoflardan ayıran bir diğer yönü ise evrenin kaostan çıkıp düzene girdiği düşüncesidir. Ona göre evren, ilk başlarda her şeyin birbiri ile karıştığı bir kaos ortamındaydı. Kaos halindeki evrene düzeni, akıllı ve düzen verici bir neden etki edip, kaos halindeki evreni düzene sokmuştur. Bu görüşü ile kendinden önceki filozoflardan ayrılmıştır ve kendisinden sonra geleceklere alternatif bir görüş sağlamıştır (Arslan, 2006: 290-305).
Tüm bu fikirler arasında Anaksagoras’ı belki de en orijinal kılan düşüncesi insan türünün hayvanlar arasında en zeki olmasını sağlayan sebep olarak ellerini kullanma becerisini tespit etmesidir. Bu fikri ile çok önemli bir noktaya temas etmiştir. İnsanlar, ellerini kullanarak aletler yapmıştır. Bu aletler sayesinde doğada daha uzun süre varlığını sürdürmüş ve avcılık - toplayıcılık gibi birçok konuda kendine avantaj sağlamıştır. Ayrıca zekânın gelişmesi açısından da iki ayağı üzerinde durmaya başlayan primat atalarımızın, elleri serbest kaldıktan sonra bugünkü modern insana dönüşmesi mümkün olmuştur. Çünkü eller serbest kaldıktan sonra insanlar hem doğada daha uzun süre hayatta kalabilmiş hem de doğaya olan bağımlılığını azaltmıştır. Avcılardan kaçmak için aletler yapmış ve korunmak için barınaklar inşa etmiştir. İnsan zekâsının gelişimi, ellerini kullanması ile birlikte inanılmaz bir ivme kazanmıştır (Gökberk, 1998: 36-38). Anaksagoras’ın çağının bilgi birikiminin kısıtlılığına rağmen yaptığı bu tespit gerçekten çok yüksek bir düşüncedir.
Leukippos ve Demokritos
Atomcu felsefenin iki büyük temsilcisi olan Leukippos (M.Ö. 370) ve Demokritos (M.Ö. 460) da evrenin, maddelerin ve canlılığın tamamının atomların birleşmesi veya ayrılması ile meydana geldiğini söylemiştir. Atomlar, bu görüşe göre maddelerin bölünemez durumda olan en küçük yapı taşları olarak kabul edilmiştir. Yine atomcu görüşe göre canlı olan her şey belli atomların bir araya gelerek oluşturduğu bir sisteme sahiptir. Bu görüş, maddenin en küçük yapı taşı olan atomların basitten karmaşığa var olan her şeyi oluşturduğu görüşünü ortaya çıkarmıştır (Topdemir ve Unat, 2009: 25).
Atomcu felsefe anlayışında bir konuda fikir ayrılığı yaşanmıştır. Demokritos, atomların rastgele bir araya gelerek canlılığı ve evreni oluşturduğunu savunur. Buna karşın Leukippos, atomların bilinçli bir güç tarafından belli bir amaca hizmet edecek şekilde bir araya geldiğini savunmaktadır. Leukippos’a göre hiçbir şey yoktan var olmaz ve hiçbir şey rastlantı ile birlikte meydana gelmez. O evrenin ve canlılığın ortaya çıkmasını belli amaca hizmet edecek nedenselliğe bağlamıştır (Arslan, 2006: 330-331). Atomcu görüş nesnelerin atomlardan daha aşağı seviyede bölünemeyeceğini ve şekillerinin aslında onların atomları olduğunu belirtmiştir. Bu görüşün, canlılığın aşamalı olarak gelişimi anlayışına yüklediği en büyük anlam ise, canlıların basitten karmaşığa ya da ilkelden kompleks yapılara doğru geliştiği anlayışıdır (Ateş, 2009: 16). Bu fikir daha sonra zamanda geriye doğru gittikçe bugünkü var olan canlıların daha ilkel hallerini göreceğimiz düşüncesine temel oluşturmuştur.
Platon
Canlılığın meydana gelmesi ile ilgili Platon (M.Ö. 427) ve Aristoteles (M.Ö.384) ise kendilerinden önceki geleneğe ters düşerek canlılığın, yaşamın ve evrenin oluşumunda evrimsel düşünceye ters düşecek yorumlarda bulunmuşlardır. Platon, büyük evrimsel biyolog Ernst Mayer'in tanımıyla "...gelmiş geçmiş en büyük evrim karşıtı"dır. Platon, Dünya üzerindeki her şeyin, daha yüce bir varlıklar dünyasının kötü birer yansıması olarak değerlendirmiştir ve tüm varlıkların bu sebeple ilahi bir varlık sebebi olduğunu düşünmüştür. Fakat yine de Platon ve Aristoteles, dolaylı yolla da olsa evrimsel bakış açısına katkılar sağlamıştır.
Platon’un görüşüne göre evren ve canlılar bizim kusurlu algılarımızla ve duyu organlarımızla algıladığımız şeylerdir. Fakat gördüğümüz bu şeyler o varlıkların gerçek halleri değil kusurlu halleridir. Platon bu durumu Devlet kitabında mağara alegorisi örneğinde anlatmıştır. Ona göre bizim maddi dünyada gördüğümüz nesneler gerçek hallerinin gölgeleridir ve gerçeği yansıtmazlar (Gökberk, 1998: 57-65 ). Platon’un ünlü idealar fikrinin temelini de bu düşünce oluşturur. Daha sonra bu fikir Aristo’nun düşüncesi ile de harmanlanarak farklı bir boyut almıştır. Hristiyanlık, bu fikri kutsarken, biraz da değiştirmiştir. Buna göre Tanrı, varlıklar âlemini yaratırken yarattıklarının ideal yani mükemmel hallerini kendi yanında tutup, maddi dünyaya bu varlıkların kusurlu kopyalarını göndermiştir. Bir diğer deyişle Tanrı, mükemmel olanları maddi dünyaya gönderse dahi biz onların kusurlu hallerini ancak görebilmekteyiz. Çünkü duyu organlarımızla algıladıklarımız, maddelerin ancak gerçek hallerinin gölgeleridir (Ateş, 2009: 17).
Platon, bu düşünceleri ile istemeden de olsa hem bilimin gelişmesine hem de biyolojiye katkı yapmıştır. Çünkü onu takip eden filozoflar ve bilim insanları mademki maddelerin özüne ait bilgiler edinemiyoruz, biz de onların algıladığımız hallerine odaklanalım düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Platon’dan sonra bilimsel düşüncenin duyularımızla algılayabildiğimiz kadar olduğu görüşü yaygınlaşmıştır (Topdemir ve Unat, 2009: 30-32). Sonraki gelişmeler ise bilimi algılarımızın ötesine geçirerek duyu organlarımızdan daha hassas ölçüm ve deneyler yapabileceğimiz aletler üretmemizi zorunlu kılmıştır.
Aristoteles
Platon’un öğrencisi olan ve onun düşüncelerinden fazlasıyla etkilenen Aristoteles de canlılığın aşamalı olarak gelişimine ait görüşlere ters düşen düşüncelere sahiptir. Aristoteles, kendisinden önce gelen Anaksimandros ve Empedokles'in düşüncelerini şöyle özetlemiştir:
Zaten var olmaları gerektiği yerlere uymak için var olan parçalar spontane olarak birleşmiş, böyle şeyler hayatta kalabilmiş ve yayılmış ve yayılmaya devam etmektedir.
Kendisi, durumu bu şekilde yanlış bir şekilde özetlemekle kalmamış, tarihin "Evrim, tesadüflerden ibarettir." şeklindeki basit düşünüşünü ileri süren ilk insan olmuştur. Aristotales'in düşüncesine göre her şey Dünya'ya bir sebep için gelmektedir ve bu düşünce sistemi günümüzde teleoloji olarak bilinmektedir.
Aristoteles, doğanın, varlıkların ve evrenin bir amacı olduğu düşüncesini savunmuştur. Ona göre hem doğa hem evren belli bir amaca hizmet edecek şekilde hareket etmektedir. Bu haliyle Aristo, olgulara değil anlama yönelmiştir ve nasıl sorusundan çok neden sorusuyla ilgilenmiştir.
Aristo’nun bir diğer katkısı ise ilk kez hayvanları kendi arasında sınıflamış olmasıdır. Ona göre hayvanlar beş gruba ayrılmıştır. Bunlar; kanlı, kansız, kuşlar, balıklar ve deniz canavarlarıdır. Doğayı da kendi içinde ikiye ayırır ve insan ve dışındakiler olarak varlıkları sınıflandırır (Arslan, 2006: 292-293). Aristo bu fikirleri ile birlikte canlıları hiyerarşik bir düzende değerlendirmiştir. Ona göre canlılar arasında değer bakımından bir hiyerarşi vardır. Varlıklar arasında en tepeye Tanrı’yı, onun altına melekleri ve hemen altına insanı koymuştur (Ateş, 2009: 18-19). Bu haliyle Aristo, canlılar arasında tür farklılıklarını yaratmıştır. Fakat tür farklılıklarına değinirken canlıların yaratıldıkları ilk gün gibi zamanın her safhasında aynı olduğunu da belirtmiştir. Yani aşamalı olarak canlıların ilkelden gelişmişe doğru gittiği görüşüne karşı çıkmıştır.
Aristo, bu fikirlerine rağmen canlılığın aşamalı olarak gelişimi düşüncesine önemli katkılar yapmıştır. Öncelikle canlıları belli sınıflara ayırması çok önemli bir gelişmedir (Gökberk, 1998: 74-80 ). Daha önce canlılar arasında bu derecede keskin ayrımlar yapılmamıştı. Aristo’nun diğer katkısı ise türlerin farkında olmasıdır. Her ne kadar türleri aşamalı bir değişime tabi tutmasa da türleri birbirinden ayrı bir şekilde değerlendirmesi önemli bir yaklaşımdır.
Epikür
Canlılığın ortaya çıkışıyla ilgili Epikür (M.Ö. 341-270) de kendisinden önceki Leukippos ve Demokritos gibi atomcu öğretinin bir diğer temsilcisidir. Epikür’ün canlılığın aşamalı gelişimi fikrine kattığı en büyük katkı, dilin işlevi hakkındaki görüşüdür. Epikür’e göre dil, insan zekâsı ve insanın varlıklar arasındaki üstünlüğünü anlamak için önemli bir araçtır. Dil, insanların zaman içerisinde ilişki ve etkileşimlerinin artması, bilgiyi aktarması ve daha birçok alanda kültürel dönüşüm açısından çok önemli bir role sahip olmuştur (Şahin, 2007: 120-122).
Dil, insanlar arasında öncelikle el işaretleriyle başlamıştır. Sınırlı sayıdaki iletişim gereksinimi için el işaretleri ve işaret dili, insanın temel korunma, barınma vb. gibi temel iletişimi için yeterli olmuştur. İnsanlar doğada avlanırken bir avcının kendilerine yaklaştığını haber vermek için ya da bir av için küçük bir işbirliği yaptıkları zaman da işaret dili ile iletişim kurmuşlardır (Gökberk, 1998: 96-114). Fakat iletişim belli bir zaman sonra el ve yüz hareketlerinden ağıza taşınmıştır. Bu durum ise evrimsel açıdan ellerin kavrama yeteneği kazanmasından sonra iletişim şeklinin ellerden yüze oradan da ağza taşınması şeklinde açıklanmaktadır (Evrimi Anlamak, 2019), (Türk, 1998: 527-545). Yani insanlar zamanla daha karmaşık hale gelen iletişim ihtiyaçlarını karşılamak için dili geliştirmiştir. Bu sayede insanlar hem daha az enerji harcayarak iletişim kurabilecek hem de dil sayesinde daha fazla işbirliği oluşturabilecektir. Buradan hareketle kültürel değişimin de bir bakıma biyolojik dönüşüm ile paralel şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Epikür’ün temas ettiği nokta bu sebeple evrimsel anlayışın gelişimi açısından büyük bir katkıdır.
Antik Yunan'a Paralel Evrim Düşünceleri
Benzer şekilde, Çin ve Roma'da da benzer düşünceler ileri sürülmüştür. Çin'de Zhuangzi türlerin değişebileceğini MÖ 400 yılında ileri sürmüştür. Benzer şekilde Çinli Joseph Needam (gerçek adı: Li Yuese) Taoizm'in sabit canlılar düşüncesini tamamen reddettiğini ve farklı canlıların farklı çevrelerde farklılaşabileceklerini söylediğini açıklamaktadır. Zaten Taoizm, düşünce yapısı olarak her şeyin "sürekli bir dönüşüm" içerisinde olduğunu ileri sürmektedir. Roma'da da Titus Lucretius Carus, MÖ. 50 yılında tüm teoloji görüşüne ters düşecek şekilde canlıların değişebileceğini ve doğal süreçlerle ortaya çıktıklarını ileri sürmüştür.
Sonuç
İnsanlar bilimi genel olarak merak duygusu üzerinden geliştirmişlerdir. Hayatın ve canlılığın kökenine dair merak da Antik Çağ’dan günümüze miras kalan birçok konudan biridir. Antik Çağ’daki bu gelişmeler de bize gösteriyor ki evrim düşüncesinin oluşması için gereken temeller bu dönemde atılmıştır. Daha sonra evrime dair birçok tespit, Müslüman ve Avrupalı bilimcilerden sonra deney ve gözlem aracılığıyla doğrulanmış ve bilim literatürüne eklenmiştir.
Antik Yunan doğa filozofları, günümüzdeki modern evrim görüşüne çok yakın sayılabilecek tespitlerde bulunmuşlardır. Onların canlılığın gelişimi hakkındaki yorumları, çağının bilgi birikimine göre çok yüksek fikirler olarak ele alınmalıdır. Çünkü onlar doğayı sadece gözlemleyerek ve deneysel birçok araçtan yoksun bir şekilde dahi olsa aşamalı bir gelişimi ve değişimi fark etmişlerdir. Antik Yunan doğa filozofları, insanın doğanın bir parçası olduğu, belli aşamalardan geçerek bugünkü halini aldığı, kıt kaynaklar için doğada mücadele etmesine dayalı olarak sürekli bir değişimi ve gelişimi gibi birçok konuda bilimsel anlamda önemli görüşlerin temellerini atmışlardır.
Antik Çağ düşünürlerinin evrimsel görüş ile ilgili oluşturduğu bu yaklaşımlar, direkt olarak evrim teorisinin Antik Çağ’da ele alındığı anlamına gelmemektedir. Bu görüşler daha sonraki yıllarda canlılığın meydana gelişini araştırmak isteyenlere fikirsel bir altyapı oluşturmuştur. Nitekim Antik Çağ sonrasında Orta Çağ’da İslam âlimleri de bu konuyu kendi görüşleri ile harmanlayarak ele almıştır. Bunlar, ilerleyen yazılarımızın konusu olacaktır.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 55
- 28
- 21
- 18
- 15
- 8
- 6
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 12:00:29 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/203
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.