“İyilik varken neden kötülük seçilir?”
Bu soru, yalnızca bireysel ahlakın değil, insanlık tarihinin, toplumsal yapının ve zihinsel evrimin kalbine saplanmış kadim bir sorudur. Kimseye zarar vermeden, saygılı ve faydalı bir yaşam sürmek mümkünken, bazı insanlar neden kötülüğü seçer, neden acımasızlaşır? Felsefi olarak baktığımızda bu sorunun kesin bir cevabı olmadığını, ama çok sayıda cevabının olabileceğini görürüz. Sartre, insanın özgür iradesiyle kendi eylemlerinden sorumlu olduğunu söylerken; Nietzsche, iyilik ve kötülüğün toplumlar tarafından şekillenmiş iktidar araçları olduğunu öne sürer. Kant ise ahlaki davranışı, içsel bir yasa ile hareket etmek olarak tanımlar; bu yasa da özgürlüğü içerir: insan iyiliği seçebildiği gibi kötülüğü de seçebilir. Peki bu seçim yalnızca bir irade beyanı mıdır? Psikolojiye göre hayır. Bireyin çocukluk deneyimleri, travmaları, bağlanma biçimi, empati düzeyi ve hatta genetik mirası, onun ahlaki pusulasını etkiler. Bir sosyopatın dürtüsel şiddeti ya da bir psikopatın soğukkanlı planları, sadece bireysel tercihler değil, aynı zamanda nörolojik işleyişin, aile yapısının ve toplumsal çevrenin izlerini taşır. Biyoloji burada devreye girer: bazı insanlar doğuştan düşük empati ile, amigdala gibi beyin bölgelerinde farklılıklarla dünyaya gelir. Antropoloji ise insana daha geniş bir zaman ölçeğinden bakar: ilkel topluluklarda hayatta kalmak için gösterilen saldırganlık ve grup dışını dışlama eğilimi, evrimsel olarak bugünkü davranış kalıplarımıza kadar taşınmış olabilir. Hukuk bilimi ise kötülüğü tanımlamak ve cezalandırmak için vardır; ancak burada da paradoks başlar: çünkü kötülüğün ölçüsü zamana, kültüre, güce ve çıkar ilişkilerine göre değişebilir. Aynı eylem bir toplumda suç sayılırken, başka bir toplumda kahramanlık olarak yüceltilir. Siyaset bilimi bu düzenin inşasına odaklanır: Kimi iktidarlar, kötülüğü meşrulaştırır; savaşlar, soykırımlar, sömürüler adalet adına işlenebilir. Sosyolojiye göre ise birey, içinde bulunduğu sınıfsal yapıdan, eğitimden, ekonomik düzenden bağımsız düşünülemez. Yoksulluk, dışlanmışlık ve umutsuzluk, kötülüğü bir tercih olmaktan çıkarıp bir zorunluluk haline getirebilir. Tüm bu bilimsel çerçeveler birleştiğinde, kötülüğün yalnızca bir karakter meselesi değil; aynı zamanda sistemsel, toplumsal ve tarihsel bir olgu olduğunu görürüz. Modern dünya düzeni, iyiliği değil rekabeti, empatiyi değil kurnazlığı ödüllendirir. Bu dünyada iyilik çoğu zaman güçsüzlük, kötülük ise hayatta kalma stratejisi olarak kodlanır. Oysa insan doğası bu ikiliklerin çok ötesindedir; içinde hem kurtarıcı bir şefkat, hem de yıkıcı bir öfke taşır. Kötülüğü seçenler bazen doğaları gereği, bazen öğretileriyle, bazen sistemin zorlamasıyla bu yolu yürür. Ve belki de bugün, iyiliği seçmek artık yalnızca bir erdem değil; başlı başına bir isyan biçimidir. Çünkü kötülüğün sıradanlaştığı bir dünyada, iyi kalmak cesaret ister. İyilik artık doğal bir hal değil, bilinçli bir direniştir.