Evrim Ağacı'nın videosunda da şahane bir şekilde açıkladığı gibi, biz insanların gezegenin dört bir yanına yayılmamızın ardındaki temel gaz, o içimizdeki dinmeyen keşfetme dürtüsü ve tabii ki daha iyi kaynaklara, daha güvenli limanlara ulaşma çabasıydı. Bunda hemfikiriz.
Fakat iş, "Peki Amerika'daki ya da Avustralya'daki kadim topluluklar neden Avrupalılar sefere çıkmadan önce diğer kıtaları 'keşfetmedi?'" ya da "Koskoca İnka İmparatorluğu'nun Azteklerden nasıl haberi olmaz?" gibi sorulara gelince, burada denklem biraz daha karmaşıklaşıyor. Mevzu; coğrafyanın acımasız gerçekleri, o günün teknolojisinin sınırları ve toplumların öncelik sıralamasının farklı olması gibi bir dizi faktörün bir araya gelmesine dayanıyor.
Şöyle düşünün: Videoda da anlatıldığı gibi, Avustralya'ya ve sonrasında Yeni Zelanda'ya varmak bile on binlerce yıl süren, tabiri caizse "ağır çekim" bir süreçti. Deniz seviyeleri daha düşükken ortaya çıkan kara köprüleri ya da o dönemin ilkel deniz taşıtlarıyla adadan adaya zıplaya zıplaya ilerlemek gibi yöntemlere dayanıyordu. Yani, Kolomb'un yaptığı gibi "Hadi beyler, yeni yerler bulalım" diye çıkılan organize seferlerden ziyade, daha çok yavaş yavaş sızan, çevreye adapte ola ola genişleyen bir insan hareketliliğinden bahsediyoruz.
Şimdi, bilinmeyen kıtalara doğru, okyanusları aşıp sürdürülebilir seferler düzenleyebilmek için hem bayağı ileri seviye denizcilik teknolojilerine (örneğin, hem fırtınaya dayanıklı hem yük taşıyabilen sofistike gemi yapım teknikleri, açık denizde kaybolmadan rota tayin edebilecek hassas seyrüsefer bilgisi vs.) hem de çok güçlü, spesifik sosyo-ekonomik itici güçlere (mesela Avrupalıların yeni ticaret yollarına ve zenginliklere duyduğu o doymak bilmez iştahın tetiklediği 'Coğrafi Keşifler' gibi) ihtiyaç var. E haliyle, bu özel şartlar ve teknolojiler de dünyanın her köşesinde aynı anda belirivermedi.
"İyi de İnka İmparatorluğu neden Aztek diyarına bir heyet yollamamış?" dersen, Amerika kıtasının akıl almaz büyüklüğünü ve ne kadar dağlık, ormanlık, yani "çetin ceviz" bir coğrafyaya sahip olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Videoda da kara bağlantısı olan yerlerin bile ne kadar uzun sürede iskan edildiği vurgulanıyor. İnkaların anavatanı olan And Dağları ile Azteklerin hüküm sürdüğü Mezoamerika arasında devasa mesafeler, balta girmemiş ormanlar, geçit vermez sıradağlar gibi inanılmaz zorlu doğal engeller var. Bu imparatorluklar kendi içlerinde ne kadar karmaşık ve geniş yerel ağlara sahip olurlarsa olsunlar, öncelikli dertleri zaten ellerindeki devasa ve ekolojik açıdan aşırı çeşitli toprakları kontrol altında tutmak, kaynakları yönetmekti. Kıtalarının uzak, meçhul köşelerine doğru büyük keşif seferleri düzenlemenin getireceği muazzam lojistik yük ve masraf, özellikle de bu tür bir macerayı haklı çıkaracak hayati bir kaynak kıtlığı ya da kapıdaki bir tehdit gibi bariz teşvikler olmadığında, büyük ihtimalle o anki devlet idaresi öncelikleriyle ve mevcut teknolojik imkanlarıyla pek de örtüşmüyordu.
Zaten Çağrı'nın kendisi bile, insanlığın Afrika'dan çıkış noktasına göreceli olarak yakın sayılan Madagaskar'a bile ancak günümüzden yaklaşık 1500 yıl önce yerleşilebildiğini söyleyerek, o dönemde kısa sayılabilecek deniz yolculuklarının bile ne denli meşakkatli bir iş olduğunun altını çiziyor.
Yani anlayacağınız, bu işin sırrı "Aaa, bunlar hiç meraklı değilmiş, kesin tembel tembel oturup akşama ne yesek diye düşünmüşler" basitliğinde değil. Tamamen o dönemin "Ne yapalım, şartlar bunlar, elimizdeki malzeme bu, Tanrılar da pek keyifli değil bu aralar" dedirten geçerli koşulları, "Bu sal bizi karşıya atar mı, yoksa denizin dibini boylayıp balıklara 'merhaba' mı deriz?" seviyesindeki teknolojileri ve toplumların "Önce bir hayatta kalalım da, dünya turunu, olmadı Mars'a koloniyi sonra düşünürüz" şeklindeki gayet mantıklı ve acil hedeflerinin bir sonucu. Yoksa merak dediğin, insanoğlunun fabrikasyon ayarlarında var, onu kimse inkar edemez, hatta bazen o merak yüzünden başımıza olmadık işler de açarız, o da ayrı bir hikaye.