Herhangi bir inanç, o inancın öğretisi ya da din vs sinin kurallarına göre ele alınabilir.
Daha iyi anlamak için, herhangi bir kavram, içinden çıktığı disiplinin kuralları dahilinde ele alınabilir.
Burada bahsi geçen, zati olup olmadığı tartışılan da içinde bulunduğumuz kültüre ait dinin tanrısıdır. Allah yani.
Bu kavramı da kendi dinine ait kurallar dahilinde tanımlayabiliriz. Yani aslında bu tanrı, kendisini din vasıtası ile nasıl tanımlıyorsa, buna göre inanır ya da reddederiz. Kendi kafamızdan ürettiğimiz, kulaktan dolma bir ilah tasviri, bahsi geçen tanrıyı onay ya da red anlamına gelmez.
Dini literatür açısından yaratıcılık vasfı ile yaratılmış olma vasıflarını ayıran en önemli unsurlardan biri, tanrısallığın varoluşunun, başka bir şeye ihtiyaç duymayacak nitelikte oluşudur. Bu anlamda yaratılmış herşey, varolabilmek için, varoluşa neden olan sebeplere, ve bu sebepleri kurgulayan tanrıya ihtiyaç duyar. İşte tanrısallık, böyle bir ihtiyaca sahip olmama özelliğini de barındırmaktadır içinde bulunduğumuz din açısından.
Ancak suyun ıslaklığının kendinden olması durumu biraz karikatürize bir yaklaşım. Biz, su moleküllerinin kurduğu zayıf bağların hızla koparak, tekrar bağlanması yoluyla akışkanlık kazandığını biliyoruz. Suyun faz değiştirmesiyle kaybolan bu akışkanlığı, tanrısallık ile doğrudan bağdaştırmak biraz garip. Anlatılmak istenen tabii ki varoluşu itibarı ile sahip olunan nitelik, ancak kurulan analoji net değil. Güneşin ışığı benzetmesi de benzer biçimde, nükleer dönüşüm sona erdiğinde soru işaretleri oluşacak değil mi.
Burada din tanımı içinde ele aldığımızda, tanrısal varoluşun zati olduğunu kabul etmek durumundayız. Tanım gereği. Ancak konuya objektif yaklaşmak söz konusu olursa, bunun tarafımızdan bilinemez olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Henüz fizik evreni anlamamış bir bireyin, tanrıyı tanımlama çabası içsel bir çelişkiden ibaret olacaktır.