Bizler yaşam üzerine mutluluk temellendirmeye çabalayan varlıklarız. Bu nedenle varlığımızı tamamladığını düşündüğümüz şeyler üzerinde bir duygusal bağ kurarız. Bu özneler din, felsefe veya spor gibi şeyler olsa da temelde bağlanma veya yaşama isteği sayesindedir, dolayısıyla varlık dışındaki her bir duygusal bağıntı arzusal birer araç konumundadır.
İnanmak da arzuları yatıştırmanın bir başka metodudur. Tanrıya inanmanın kişiye rahatlık sağladığı, bunun sebebinin de bu inancın onlara yaşamda kolaylık sağladığı düşüncesidir. Bunun da temelinde pragmatik tavır yatmaktadır. Konuyu teolojiden bağımsız olarak örneklendirmek gerekirse, sevdiğin birinden biri olumlu diğeri olumsuz iki haber aldığını ele alalım. Sen hangisine inanmak istersin?
Din emperyalizmini atlatan insanların üzerinde herhangi bir korku parametresi kalmaz. Din, korku temelli olduğundan dolayı inanç sevgisi de korku duygusunun sonucudur diyebiliriz. Bu sebeple "inanma" artık kendini "eylemde bulunma" haline bırakır.
İnancı artık sadece din kavramı üzerine değilde genel anlam niteliğinde kullanacağım. Bunun sebebinin de bir şeylere inanmak zorunda olduğumuz düşüncesi yatmaktadır. Bir ateist-agnostik asla gerçeği bilmez. Gerçeği bildiğine inanır, bu da kendini kandırmaktır. Gerçeğin bilgisine sahip olamadığımızdan dolayı, sadece gerçek olduğuna inandığımız şeyler üzerine yetinebiliyoruz. Bu sebeple inandığımız şeylere dayanak-argüman aramak da doğal hale geliyor.