“Tanrı, ruhuyla bilincinin; bilinciyle de hafızasının kum tanesi kadar küçük bir bölümünü insana bırakmış olsaydı, insan nedir?” sorusu, klasik teodise ya da inanç tartışmasının ötesinde; ontoloji, bilinç felsefesi ve felsefi antropolojinin temel meselelerine dokunan güçlü bir düşünce deneyidir. Bu varsayım, insanı ne mutlak özne ne de salt biyolojik bir varlık olarak ele alır; aksine onu sınırlı pay alınmış bir bilinç kıvılcımı olarak konumlandırır.
Bu çerçevede insan, Tanrısal bütünlüğün minyatür bir temsili değil; kopmuş, eksilmiş ve sınırlanmış bir bilinç olarak anlaşılır. Plotinos’un Yeni-Platoncu emanasyon öğretisinde olduğu gibi, mutlak Bir’den uzaklaştıkça varlık yoğunluğunu kaybeder. İnsan, en alt basamakta yer alır; duyumsar, hatırlar ve düşünür ama bunları bütüne hâkim olacak biçimde değil, kırık ve parçalı olarak yapar. Bu nedenle insan bilinci, hakikati taşımaz; ona yalnızca yaklaşır. Hakikatle ilişkisi sahiplik değil, hasret ilişkisidir.
Modern bilinç felsefesi açısından bakıldığında, bu düşünce deneyinin çarpıcı yönü şudur: İnsan bilinci her şeyi kavrayabilecek yetenekte değildir, fakat kavramsızlığının farkındadır. Thomas Nagel’in belirttiği gibi bilinç, üçüncü şahıs açıklamalarına indirgenemez; öznel deneyim her zaman “bir şey gibi olma” hâlini içerir. Eğer insana Tanrısal bilinçten yalnızca bir zerre verildiyse, bu zerre bilginin kendisi değil, bilmenin yükünü beraberinde getirir. İnsan bilir ki eksiktir; işte onu diğer canlılardan ayıran tam da bu farkındalık derecesidir.
Bu noktada hafıza kavramı merkezi bir rol oynar. Henri Bergson’a göre hafıza, sadece depolama işlevi değildir; bilincin sürekliliğini kurar. Eğer insana Tanrısal hafızadan bir “iz” bırakıldıysa, bu iz geçmişi hatırlamaktan çok, bütünlüğü arama eğilimi olarak tezahür eder. İnsan geçmişi, kimliği ve anlamı birleştirmeye çalışır çünkü içkin olarak bir “tamlık” bilgisine sahiptir; fakat o tamlığa erişemez. Bu durum, insanı ontolojik olarak dramatik bir varlık hâline getirir.
Felsefi antropoloji geleneğinde (Scheler, Gehlen), insan sıkça “eksik varlık” olarak tanımlanır. Ancak bu eksiklik biyolojik ya da zihinsel bir yoksunluk değildir; metafizik bir kırılmadır. Tanrısal ruhtan pay almış ama Tanrı olmaktan sonsuz derecede uzak düşmüş bir varlık, ne mutlak hayvana ne de mutlak tanrısallığa aittir. İnsan bu yüzden kültür üretir, mit kurar, sanat yapar ve ahlak geliştirir. Bunların hiçbiri yeterlilikten değil, eksiklikten doğar.
Bu varsayım altında insan, Tanrı’nın sureti değil; Tanrı’dan kopmanın yankısıdır. Bilinci, gerçeği tam olarak kuşatamaz; hafızası her zaman parçalıdır; anlam üretimi ise asla tamamlanmaz. Ancak tam da bu sınırlılık sayesinde insan etik bir özne hâline gelir. Eğer insana daha fazla Tanrısal bilinç verilmiş olsaydı, özgürlük anlamsızlaşırdı; çünkü mutlak bilgi, seçimi ortadan kaldırırdı. Eksiklik, insanın trajedisi olduğu kadar etik imkânıdır.
Sonuç olarak bu düşünce deneyinde insan, Tanrı’nın küçük bir kopyası değil; Tanrısal olanı hatırlamaya çalışan bilinçli bir kırılmadır. İnsan ne olduğu sorusuna verilebilecek en tutarlı yanıt şudur: İnsan, kendisini aşan bir bütünlüğün farkında olan ama ona hiçbir zaman tam olarak erişemeyen varlıktır. Onun değeri, taşıdığı parçanın büyüklüğünde değil; bu parçanın sınırlılığını bilerek yaşamaya devam etmesindedir.