Protestoların sınırı, her şeyden önce barışçıl yöntemlerin korunması ve başkalarının temel haklarına saygı gösterilmesiyle çizilir. Yani "Sanat eseri mi, iklim mi?" diye sorulduğunda, bir eylemin meşruiyeti salt amacın yüceliğiyle değil yönteminin ne kadar orantılı olduğuyla da değerlendirilir. Bazılarına göre eserlerin zarar görmesi asla kabul edilemezken, kimileri "Dünya yanıyorsa birkaç tablo değil milyonlarca can daha önemli" diye karşılık verir. İşte tüm bu açmazın içinde, protestonun sınırını belirlemek de her zaman dümdüz bir yol değil maalesef.
Geçmişte defalarca gördük ki toplumun dikkatini çeken eylemlerin bir kısmı, zamanında "yıkıcı" ya da "sınır aşırı" olarak damgalanmıştı. Mesela kadınların oy hakkı için yürüttüğü mücadelede -ki bugün normal karşılıyoruz- dönemin insanları "Bu kadınlar ortalığı birbirine katıyor, her şeyi mahvediyorlar" diye veryansın ediyordu. Zaman içinde bu eylemlerin pek çoğu, haklı bir direnişin sembolüne dönüştü. Demek ki dün kabul edilemez gördüğümüz, yarın hayranlık uyandıran bir kahramanlık öyküsü olabiliyor.
Peki sanat eserine zarar vermek iklim aktivizminde haklı bulunabilir mi? Argümana bakarsak, "Zarar vermiyoruz, sadece dikkat çekiyoruz" diyen de var, "Eserin camı var, aslında kendisi zarar görmüyor" diyen de… Öte yandan "Zarar vermek zarardır, sanat herkesin ortak mirasıdır" görüşü de güçlü şekilde savunuluyor. Öyle ya, insanları iklim krizine karşı uyandırmanın en iyi yolu müzede çerçeveleri yumruklamak mıdır? Yoksa başka bir yöntem mi bulmak lazım? Cevabı içinizi rahatlatacak şekilde verebilen henüz çıkmadı diye düşünüyorum.
Sokaklarda avaz avaz slogan atmanın bir sınırı olmalı mı? Elbette sabaha kadar uyutmayan bir protesto, gürültü kirliliği olarak komşunuzun ya da sizin burnundan getirebilir. Ama diğer yanda da diyorlar ki "Yıllarca sesimizi çıkarmadık, dinlemediler; şimdi bangır bangır bağırınca mı şikayet ediyorlar?" Bence problem bu iki dünyanın birbiriyle sürekli çatışıp orta yol bulamamasında saklı.
Zaten devletler, yerel yönetimler ve kolluk kuvvetleri tarafından çizilen yasal çerçeveler, bu "orta yolu" sağlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Fakat bazen görüyoruz ki; "kamu düzeni" veya "genel ahlak" gibi geniş kavramlar, hak arayan grupları sindirmek için de kullanılabiliyor. Protestonun hepten yasaklandığı dönemler, üniversitede bir kulüp etkinliğinin bile iptal edildiği zamanlar yaşadık: Bunların hangisi gerçekten toplum menfaatineydi, hangisi siyasi gücün dayatmasıydı? Bu sınırı, kim neye göre çekti? Geri dönüp bakınca cevabı net göremiyoruz.
Toplumsal hareketlerin başarısı, çoğunlukla kullandıkları yöntemin toplumun geniş kesimlerinde kabul görebilmesiyle doğru orantılı. Gürültü, kamu düzenini bozma, sanat eserine zarar verme gibi uç eylemler, amaç ne kadar ulvi olursa olsun, çoğu zaman sert tepkilerle karşılaşıyor. Yine de bazı dönemlerde böyle "sert" eylemler sayesinde radikal değişimler elde edildiğini de kabul etmek gerek. Belki de büyük mesele, protestonun nerede "amaç uğruna her yol mübah" anlayışına kaydığı ve nerede o sınırın aşıldığıdır.