Bütün insanlar aslında aynı dili konuşuyor, nüans farkıyla ve köken olarak doğanın dilini...
Dillerin çıkış kökeni doğanın taklidine dayanır. Zira dilden önce büyü, dans ve dilin ilksel hali olan ritim ve buna dayalı ritmik ses, yani şiirin atası vardı. Ortaklaşa yaşamın ortak hareketinin bir zorunluluğu ve sonucu olarak.
Ekin biçerken, buğday döverken (taş ile), kürek çekerken ve avlanırken. Bu hem iletişimi kolaylayan hem de zorunlu ortak hareketin ritme (eşgüdüm harekete) dayalı olağan bir çıktısıydı. Örnek model: Doğanın seslerinin ta kendisi…
Birbiri ile hiç bir bağları olmayan deniz aşırı toplulukların mitolojilerini ve kültürlerine yönelik diğer kaynakları incelediğimizde benzer şeylere benzer sesler ile hitap ettiğini görebiliriz.
Tek fark nüans farkı. İngilizlerin kuku-riku'su ile bizim üü-rüü gibi. (Horoz nasıl öter sorusuna verilen cevaplar)
Diğer farklılıklar ise dilin geliştiği coğrafyada olan veya olmayan şeyler üzerinedir. Denizden uzak ve dağlık iç kısımlarda yaşayan topluluk için şelale sesi, kıyıdaki için dalga sesi ve bunların üzerine türetilen sesler gibi.
Neticede rüzgarın, suyun, şimşeğin, gök gürültüsünün vb. sesleri her coğrafyada sadece nüans farkı ile aynıdır.
Bir şeye ne denli yakından bakarsak o denli farklı olduğunu görürüz. Fakat her ne zaman ki uzaktan bakmaya başlarsak aslında ne denli benzer olduğu kanaati egemen olur.
Bu tıpkı bir buğday tarlasına zum yaptığımızda göreceğimiz şaşırtıcı derecede farka rağmen, bütün bir tarlaya baktığımızda aslında tüm başakların ne denli benzer olduğunu görmek gibidir.
Çin bir buçuk milyara yaklaşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık ülkesi. Bir Çinliye ne denli birbirlerine benzer olduklarını söylesek aklımızdan şüphe duyacağı kesin. Bu, Çinlilerin konuştuğu yüzlerce şive için de geçerli. Oysa sanki hepsi aynı "tornadan" çıkmış gibi bir görünüme ve aynı sessiz harflerin ağırlıklı egemenliğinde bir dile sahip sanırız. Bir de onlara sorun.
Hatta biraz daha yakından ve hassas aletlerle baktığımızda, aynı yerde bile hiç bir dalganın bir öncekiyle aynı olmadığını ve aynı sesi çıkarmadığını anlayabiliriz. Oysa bize göre dalganın sesi aşağı yukarı her yerde aynı. Bu durum diğer tüm doğa sesleri için geçerli.
Bütün mesele ne denli zum yaptığımız ya da uzaktan ve bütünü gördüğümüz meselesi.
Dünyamızı dışarıdan dinleyen zeki bir türü, dünyada binlerce farklı dilin konuşulduğuna inandıramazsınız. Hatta yan yana en kapsamlı ve felsefi diller ile sadece doğadaki seslerin taklidinden ibaret olan ve ağırlıklı sessiz harflerden oluşan bir kaç kelimelik Aborjinlerin ana dilini koyup dinletseniz de ikna edemezsiniz. (Bunun için seyrediniz; Tanrılar çıldırmış olmalı )
Bütün diller aşağı yukarı birbirine benzer. Tek fark yaşamın karmaşıklaşmasına bağlı olarak bazı dillerin gelişmek zorunda oluşu, coğrafyaya bağlı gelişen gırtlak yapısı ve buna bağlı telaffuz farkı. Biraz uzaktan baktığımızda bunu hepimiz rahatlıkla görebiliriz.
Dil her ne kadar soyut sayılsa da aslında yaşama dair her konuda olduğu gibi somut olanın hem bir ürünü hem de bir yansımasıdır ve evrime tabidir.
Dolayısı ile dillerin, doğanın seslerinin taklidi ile başlayan serüvenini incelediğimizde çıkış coğrafyalarından farklı olarak, yüzeysel bir değişime uğradıklarını, ancak “genetik” olarak aslında çok da farklı olmadıklarını görürüz. Tıpkı atalarımızın Afrika’da iken ki deri renginin, kuzeye doğru gidildikçe ve kara derinin artık yaşamsal bir ihtiyaç olmamasına bağlı olarak açılması gibi. (Güneşlenme süresi, sıcaklık ve ışığın geliş açısı nedenli koruma olarak) .
Burada değişen derinin üst katmanındaki renktir, deriyi oluşturan genetik yapı değil. Ve bunu istisnasız her yaz güneşlenirken ve ardından her kış kapanmamıza bağlı olarak önce kararan (bronzlaşan) ardından rengi açılan (eski haline dönen) derimizde gözlemleriz.
Zira küresel ölçekte dil ailelerini incelediğimizde en fazla ses içeren dillerin Afrika kökenlii olduğunu görürüz. Aynı zamanda en fazla dansın, ritim duygusunun, büyünün, doğa ile iç içeliğin ve doğanın taklidine dayalı seslerin egemen olduğunun da.
Aynı şeklide dil ailelerinin belirli bir coğrafyaya tekabül ettiğini de görürüz. Bir birinden binlerce kilometre uzakta olsa da benzer coğrafi şartlar, iklim ve yer şekilleri benzer dilleri türetmiştir.
Örneğin en geniş dil ailesi olarak bilinen Hint-Avrupa dil ailesinin zenginliği aynı zamanda coğrafi olarak orta kuşağın iklim çeşitliliğinin de bir zenginliğinin yansıması. Ve aynı zamanda bir iklim kuşağına da ismini veren Akdeniz’in bereketinin.
Fakat neticede ister doğa ile en iç içe ve en kadim oluşunun (evrimsel süreçte) bir sonucu olarak Afrika dilleri, ister en verimli coğrafyaların geliştirdiği Asya, Avrupa dilleri ister sessiz birkaç kelimeden oluşan ilkel kabile (Aborjinler gibi) dilleri, tıpkı genetiğimizin yüksek oranda örtüşmesi gibi köken itibarı ile aynı kaynaktan doğar ve örtüşür. Doğanın taklidinden…
Fakat zamanla çeşitlenme ve zenginleşme, hem coğrafyanın sunduğu imkanlardan hem de o coğrafyanın dayattığı ihtiyaçlardan doğar. Değişim yahut farklılık yalnızca kuzeye doğru giden atalarımızın deri renginin açılması kadardır ve temel değildir.
Bugün dil ailesi ve coğrafya olarak ne kadar farklı olursa olsun, doğal ortamda iki farklı insan sadece doğal ses ve tepkiler ile el kol işaretleri sayesinde birbirini anlamakta çok zorlanmaz.
Bir insanın aynı anda birden fazla dili öğrenebilmesinin de kanımca nedeni bu. Hatta işaret dilinin evrensel bir dil oluşu da. Ha üü-rüü ha kukku-riku; yarım metre mesafeden kulağa çok farklı gelse de biraz uzaklaşınca ayırt edilemeyecek denli aynılaşır. Yani aslında hepimiz aynı dili konuşuyoruz: doğanın dilini ve yaşadığımız coğrafyanın sunduğu (ve farklı farklı olan) imkânlar çerçevesinde biraz da süsleyerek tabi…
Kaynaklar
- George Thompson. (1996). Marksizm Ve Şiir. Yayınevi: Adam Yayıncılık. sf: 78.