1842 yılında Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu olarak dünyaya gözlerini açan Osman Hamdi Bey kapsamlı bir akademik ve entelektüel eğitimden geçerek dönemin Osmanlı toplumu için çok ender ve ilginç bir karakter geliştirdi. Paris’te hukuk öğrenimi gördüğü süreçte Fransa’nın ünlü ve başarılı ressamlarından Jean-Léon Gérôme gibi isimlerden resim eğitimi alarak sanat yönünü iyice güçlendirdi. Paris’te geçirdiği yıllar yalnızca sanat yönünü değil, kültürel miras bilincini de derinden etkiledi. Batı’nın müzecilik anlayışını yakından gözlemleyen Osman Hamdi Bey, Osmanlı coğrafyasındaki tarihî eserlerin bilimsel yöntemlerle korunması ve incelenmesi gerektiğine dair güçlü bir farkındalık geliştirdi. İstanbul’a döndüğünde hem ressam kimliğini hem de arkeolojiye duyduğu ilgiyi bir araya getirerek Osmanlı’da modern müzeciliğin temellerini attı. 1884 yılında yürürlüğe giren Âsâr-ı Atîka Nizamnamesi’nin hazırlanmasında aktif rol alarak tarihî eserlerin korunmasının devlet politikası hâline getirilmesini sağladı. Böylece yalnızca sanat alanında değil, arkeoloji ve kültürel mirasın muhafazası konusunda da öncü bir karakter haline gelerek Osmanlı düşünce dünyasında kalıcı bir yer edindi.
Osman Hamdi Bey’in en büyük ve kalıcı eserlerinden biri, kuşkusuz ki bugün dünya müzeciliğinin saygın kurumları arasında yer alan İstanbul Arkeoloji Müzesidir. Dönemin dağınık koleksiyonlarını bilimsel bir bütünlük içinde toplama amacıyla kurulan bu müze, Osman Hamdi Bey’in hem akademik birikiminin hem de kültürel mirasa duyduğu sorumluluğun somut bir sonucudur. O, müzeyi yalnızca bir sergileme alanı olarak görmeyip eserlerin sınıflandırıldığı, korunduğu, incelendiği ve gelecek kuşaklara aktarıldığı bir bilim merkezi olarak tasarladı. Yaptığı kazılar sonucunda ortaya çıkan değerli buluntuları büyük bir titizlikle ülkeye kazandıran Osmanlı’nın bu seçkin aydını, kültürel mirasın yalnızca keşfedilmesi değil, güvence altına alınması gerektiğine inanıyordu. Onun arkeoloji alanındaki çalışmalarının doruk noktası, bugün Lübnan sınırları içinde yer alan Sayda’da gerçekleştirdiği kazılardır. Bilimsel yöntemlerle yürütülen bu çalışmalar sırasında ortaya çıkarılan lahitler, hem estetik hem tarihsel açıdan eşsiz bir bütünlüğe sahipti. Bu buluntuların korunarak İstanbul’a getirilmesi dönemin arkeoloji dünyasında büyük yankı uyandırdı ve Osmanlı’nın bilimsel sahnedeki varlığını güçlendirdi. Böylece kazılar, yalnızca yeni eserler kazandıran bir arkeolojik faaliyet değil, aynı zamanda imparatorluğun kültürel mirasına yönelik duyarlılığını uluslararası düzeyde temsil eden bir dönüm noktası hâline geldi. Kazılarda elde edilen eserler, müzeyi kısa sürede uluslararası bir referans noktası hâline de getirdi ve Osman Hamdi Bey’in Osmanlı topraklarında modern arkeoloji anlayışını kurumsallaştırma çabasını taçlandırdı. Böylece İstanbul Arkeoloji Müzesi, yalnızca Osmanlı’nın değil, tüm insanlığın tarihine ışık tutan bir merkez olarak konumlandı ve Hamdi Bey’in kültürel mirasa adanmış ömrünün en etkileyici sembollerinden biri oldu.