Karakter oluşumunda birçok etkenin rol oynamaktadır. Elbette karakter oluşumunda aileden ve okuldan alınan eğitimin, içinde yaşanılan kültürün, arkadaş çevresinin etkisi yadsınamaz. Ama bütün bunlar var olan genetik etkinin çevre tarafından rötuşlanmış halinden başka bir şey değildir.
Örneğin genetik yapısı kriminaliteye yatkın birisinin suç profili eğitimsiz ve güvenden yoksun bir ortamda cinayet, soygun, gasp gibi ağır kriminal olaylar olabilirken, varlıklı bir ortam iyi bir eğitim ile bu suç profili şantaj, tehdit, genel adaba aykırı davranışlar, agresiflik gibi kısmen daha hafif sayılabilecek suçlara dönüşebilmektedir.
Vücudumuzda değişik genler tarafından kodlanan yüzlerce değişik protein ve hormon görev yapmaktadır. Bunların yapısı ve miktarı değişik karakterlerin oluşmasına sebep olabilmektedir. e.g. ''Fazla dopamin maceracı yapıyor'' ''Serotoninin aşırı eksik ve aşırı fazla olduğu durumlar: Serotonin aşırı düşük olduğu hallerde keyifsiz, tepkisiz, intihara, şiddete eğilim gibi olumsuzluklar görülürken, normalin üzerinde olduğu durumlarda aşırı titiz, aşırı düzenli ve aşırı evhamlı bir ruh hali görülür.''[1]
Evet, lepton demetleriyle (elektron, müon, nötrino) ışık hızına akıl almaz derecede yaklaşılıyor; fakat kütlesi sıfır olmayan hiçbir parçacık c'ye ulaşmıyor. Özel görelilik bunu zorunlu kılıyor: hız ile enerji arasındaki bağ v = c √(1 − 1/γ²). Enerji büyüdükçe (γ arttıkça) hız c'ye yakınsıyor, ama fark sıfır olmuyor. Elektronlar hızlandırıcılarda 0.999999…c rejimine taşınıyor; müonlar daha ağır oldukları için dairesel makinelerde çok daha az senkrotron ışınımı kaybı yaşıyor; nötrinolar ise kütleleri çok küçük olduğu için (osilasyonlar kütleli olduklarını gösteriyor) doğada ve dedektörlerde zaten c'ye olağanüstü yakın seyrediyor. Nötrinolar yüksüz olduklarından elektromanyetik alanlarla hızlandırılmıyor; dolayısıyla "lepton kullanarak hızlandırma" denince pratik mühendislik cephesi çoğunlukla elektron ve müon hızlandırıcıları üzerinden yürüyor.
"En yakına hangisi ulaşıyor?" sorusunu ben şöyle çerçeveliyorum: Mesele türden çok, verdiğiniz enerjiyle belirlenen Lorentz çarpanı γ. γ büyüdükçe 1 − v/c yaklaşık 1/(2γ²) mertebesine düşüyor; yani aynı enerji bütçesinde kütlesi daha küçük bir lepton (örneğin nötrino) c'ye daha da yakın gidiyor, fakat yine c değil. Deney tarafındaysa elektron demetleri halka makinelerde ışınımla enerji yitiriyor; müon demetleri bu kaybı kütle nedeniyle çok daha az yaşıyor, fakat 2.2 μs'lik ömürleri (zaman genişlemesi yardımıyla uzasa da) demet teknolojisini zorlayıcı kılıyor. Sonuç olarak da: leptonlarla c'ye yaklaşma var, c'ye varma yok.
Kuarkların elektrik yüklerine gelindiyse, "belirlenemez" ifadesi yanılgı. Yükler belirli ve Standart Model ile deney birlikte bunu destekliyor: yuk‑tipi kuarklar +2⁄3e, aşağı‑tipi kuarklar −1⁄3e (buradaki e, elektronun yük büyüklüğü). Belirlenemeyen şey, tek bir kuarkı izole edip Millikan tipinde doğrudan ölçmek; çünkü renk hapsi (confinement) var, yani kuarkı ayırmaya kalkınca alan enerjisi artıyor, yeni kuark‑karşıkuark çiftleri üreyip hadronlaşma devreye giriyor. Yük değerleri ise dolaylı ama çok sağlam kanıtlarla çıkıyor: derin inelastik saçılma verileri, e⁺e⁻→hadronlar kesit oranlarının (R) renk ve kesirli yüklerle uyumu ve jet yapılarının analizi, kesirli kuark yükleri ile hapsolma olgusunu birlikte doğruluyor; tablo net ve tutarlı.
Şunu merak etmeniz çok yerinde: tüyleri oyundan çıkarınca beden ne kaybediyor, ne kazanıyor? Kısaca: yaşamı durduran bir durum değil; fakat güneş altında ısı yükü artıyor, gözler daha savunmasız hale geliyor ve derinin "erken uyarı" algısı zayıflıyor.
Şöyle açayım: İnsan zaten görece kılsız; ancak tamamen tüysüz (kaş, kirpik, burun ve vücut kılları dahil) bir senaryoda etkiler birikerek hissediliyor:
Toparlarsam: Tüyler süs değil; mikro gölge, mikro filtre ve mikro sensör. Tamamen tüysüz bir beden de yaşanabilir, ancak güneş, rüzgâr ve çevresel temas karşısında daha fazla koruma ve bakım gerektiren bir beden.
Şunu söyleyerek başlayayım: "nano" küçük görünüyor, etkisi ise günlük hayatın içine sızmış halde. Nanoteknoloji, maddeyi yaklaşık 1–100 nanometre aralığında anlamak, tasarlamak ve kontrol etmek için kullanılan bilim ve mühendislik pratiklerinin bütünüdür. Yani bu ölçekte beliren özgün özellikleri kasıtlı biçimde teknolojiye çeviriyoruz. Kullanım alanları bugün elektronik ve bilgi teknolojilerinden enerjiye, tıptan yeni malzeme ve kaplamalara kadar uzanıyor.
Peki neden 1–100 nm "özel"? İki baskın neden var. Birincisi yüzey etkisi: parçacık küçüldükçe yüzey/hacim oranı yükseliyor; erime noktası, kimyasal tepkime hızı ve mekanik davranış belirgin biçimde değişiyor. İkincisi kuantum etkileri: bant aralığı ve enerji düzeyleri boyuta duyarlı hale geliyor; bu yüzden kuantum noktalar renk ayarlayarak ışıldıyor, altın nanoparçacıklar kütlesel altından bambaşka optik özellikler gösteriyor. Dolayısıyla aynı kimyasal bileşim nano ölçekte farklı davranan bir malzeme gibi karşımıza çıkıyor.
Nanomalzemeler ve nanoölçekli sistemlerdeyse boyuta ve morfolojiye göre pratik bir çerçeve var. Ben, 0‑boyutlu (kuantum noktalar, nanopartiküller), 1‑boyutlu (nanoteller, nanotüpler), 2‑boyutlu (grafen ve ince tabakalar) ve 3‑boyutlu nanoyapılı kütleler diye ayırıyorum. Üretim hem üstten‑aşağı litografi/aşındırma, hem de alttan‑yukarı kimyasal sentez ve öz‑düzenlenme ile ilerliyor. Doğrulamada da TEM/SEM, AFM, XRD, DLS, zeta potansiyeli, Raman/PL gibi ölçümler devreye giriyor; yani nano dünyayı ciddiye almak, ölçüm bilimiyle ciddiye almak demek.
Başlıca kullanım alanlarını bir bakışta şöyle toparlayabilirim:
Evet, etkiliyor; ama etki iki uçta belirgin. Serin/soğuk su, özellikle sıcak ortamda ya da egzersiz sırasında termoregülasyonu destekliyor ve içimi artırıyor. Buna karşılık "çok sıcak" içecekler (yaklaşık 65 °C ve üzeri) yemek borusu dokusunu yakarak kanser riskini artırıyor. Günlük yaşamın geri kalanındaysa, sağlık açısından asıl belirleyici olan toplam su alımı ve düzenli içim.
Egzersiz ortamındaysa: Serin içecekler palatabiliteyi (içilebilirlik) artırıyor ve vücudun ısı yükünü düşürmeye yardım ediyor; bu nedenle spor hekimliği rehberleri içeceklerin çevreden daha serin, yaklaşık 15–22 °C olmasını öneriyor. Yani soğuk içmek, çekirdek ısı artışını yavaşlatıyor ve daha çok içmeyi tetikliyor; performansı ve güvenliği destekleyen pratik bir strateji.
Kanser biyolojisi açısından değerlendireceksek: 65 °C civarının üzerindeki içecekler, yemek borusunun ince epitelini sürekli yakıp onarım döngüsünü hızlandırdığı için (kronik termal travma), özofagus skuamöz hücreli kanseri riskini artırıyor. Bu mekanizma su için de geçerli; yani belirleyici olan sıvının türü değil, sıcaklığı. Dolayısıyla, ben sıcak içecekleri birkaç dakika soğutmayı, egzersizde ve sıcak havada ise serin içmeyi öneriyorum. Sonuç olarak da, çoğu durumda "hangi sıcaklıkta rahat içebiliyorsanız o" makul; kaynar içmek değil.
Evrim Ağacı'nın %100 okur destekli bir bilim platformu olduğunu biliyor muydunuz? Evrim Ağacı'nın maddi destekçileri arasına katılarak Türkiye'de bilimin yayılmasına güç katın.