Dune, Frank Herbert'in 1965 yılında yayınladığı ve toplam 6 kitaptan oluşan, bilimkurgu edebiyatının gelmiş geçmiş en güçlü eserlerinden biri olan roman serisinin sinema uyarlaması.
Şu an gündemde olan Bölüm 2 ise, bu kitapların birincisinin ikinci yarısı. 2021'de gösterime giren ilk bölüm, ilk kitabın ilk yarısıydı ve bu iki film aslında ilk romanın tamamının sinemaya aktarılmış hâli.
Seri, Uzay Operası olarak adlandırılan, hayli bilindik bir bilimkurgu alttürünün pek de geleneksel olmayan bir örneği. Uzay Operaları, adları üzerinde uzayda süregiden, kahramanların birden çok gezegende ve devasa uzaklıkları içeren bölgelerde özgürce gezindiği, maceradan maceraya atıldığı, genellikle eğlenceli ve sürükleyici öykülerdir. Dune ise alttürün temel gerekliliklerini içeriyor olsa da sürükleyici ve eğlenceli olmaktan çok öncelikle politik içeriğiyle, devamında da felsefi ve düşündürücü öyküsüyle türün Star Wars, Star Trek gibi geleneksel örneklerinden ayrılıyor.
Serinin şimdilik ilk iki filmini yönetmiş ve üçüncü bölümünü de yöneteceği açıklanmış olan Denis Villeneuve, Dune Serisinin içerdiği bu ayrıcalığı, sinema diline ve anlatımına da aynen tercüme etmiş ki ortaya çıkan filmin bu kadar sevilmesinin yanı sıra saygı görmesinin sebebi de bu. Ki aslında bu başarının payesini, Villeneuve kadar bu projenin başına Villeneuve'ü getirmeyi akıl eden yapımcılara yazmak gerekli. Çünkü Villeneuve zaten, daha önce yaptığı filmlerde sinema dilini netleştirmiş ve kendi tarzını inşa edebilmiş bir yönetmen. İşte bu sinema dilinin Dune Serisinin tavrı ile örtüştüğünü görmek gerçekten tam olarak parlak bir yapımcının yapabileceği bir hamle.
Peki nedir bu fark? İçinde bulunduğumuz sinema dönemi, daha çok Christopher Nolan, Michael Bay gibi isimlerin başını çektiği, "hızlı kurgu" olarak adlandırılabilecek bir anlatım tarzının zirve yaptığı bir dönem. Bu anlatım tarzının da sinema tarihinde hayli belirgin bir geçmişi var. 80'lerde alan Parker, Adrien Lyne, Tony Scott gibi İngiliz yönetmenlerin Hollywood'a taşıdığı "Video Klip Estetiği", 70'lerde George Lucas ve Steven Spielberg'ün formüle ettiği tarihin en başarılı örneklerini karşımıza getirdiği gişe sineması ve "Blockbuster" formülü, onun da öncesinde 1927'de Fransız Yönetmen Abel Gance'ın keşfettiği (ondan öncesi yok gerçekten. :) ) bir anlatım yöntemi. Villeneuve ise bu hızlzı kurgu ve akıcı anlatım formülünün tam tersi yönde bir sinemasal anlatım diline sahip. Daha ağır akan, hızlı kurgudan çok fotoğrafa öncelik veren, filmin bütününün bir anlam sunduğu değil her bir planın ve sahnenin kendi anlamını yarattığı bir anlatım. Kimine göre sıkıcı olabilecek bu tercih aslında Dune serisinin, yukarıda özetlediğimiz politik, felsefi ve düşünsel içeriği ile tam bir uyum içinde.
Ki şunu da belirtmek lazım ki Uzay Operası alttürünün örnekleri genellikle içerisinde bulundukları sinema döneminin genel sinema tarzının taşıyıcısı hatta belirleyicisi, yani lokomotifi olurlar. İşte Villeneuve bu tercihiyle Uzay Operası gibi hayli gişeye hitap eden bir türde çalışırken Kubrickimsi, Tarkovskimsi, Antonionimsi bir anlatımla gişe sinemasının bir örneğini değil, aksine bir sanat sineması örneği sunarmış gibi davranıyor. İşte filmin esas gücü, esas ayrıcalığı da bu.
Bu kadar kuram, tarih, teknik yeterli ise sonuca bakalım: Gerçekten göz kamaştırıcı. Villeneuve, hem elindeki enfes öyküyü en ince detayına kadar sunuyor, hiç bir yan öyküsü ya da alt metni atlamadan, tüm karakterlere ayrı alanlar açarak ve hem düşünsel hem duygusal tüm anlara hak ettikleri değeri vererek dopdolu ve sakin anlatımına rağmen hiç de sıkıcı olmayan bir tansiyon tutturuyor.
Filmin görseli ise muhteşem. Villeneuve sakin bir kurguyu ve akıcıdan çok durağan bir anlatımı benimserken haliyle kurguya değil fotoğrafa ağırlık veriyor ve sunduğu fotoğraflar ise yine (akıcılıktaki gibi) beklenenin aksine son derece sade hatta minimalist. İLk nokta filmin renkleri. Hiç bir kadrajda, 2'den fazla renge rastlamıyorsunuz. Tüm kadrajlarda tek renk ve o rengin tonları var. İmgeleme olarak da yine fotoğraflar hayli az nesne ile doldurulmuş. Bir karakter, bir kum tepesinin çizgisi, arkada çöl ve gökyüzü... O kadar. Türün örneğini verdiğimiz diğer filmlerindeki (Star Wars, Star Trek) gibi bol renk, bol nesne, karmakarışık bir görsellik yok filmde. Sadelik var. Bu da tıpkı kurgu tercihindeki gibi hayli sıradışı ve cesur bir tercih.
Öyküyü inceleyecek olursak yine karşımıza hayli bilindik bir formül çıkıyor aslında. Adına "seçilmiş kişi öyküsü" diyoruz. Benzerlerini defalarca kez izlediğimiz bir yapı bu. Star Wars/Luke Skywalker, Matrix/Neo, Yüzüklerin Efendisi/Frodo, Harry Potter/Harry... "Bir kahraman gelecek, kötüleri yenip hepimizi kurtaracak" cümlesine indirgenebilecek olan bu yapı, aslında çoğumuzun çoktan sıkıldığı bir çizgi. Ama işte Herbert bu yapıyı pek derin politik, felsefi, mistik, fantastik altmetinlerle ve detaylarla doldurunca karşımıza çıkan tabloya klişe demek mümkün olmuyor. Aksine sıradışı bir seçilmiş kişi öyküsü izliyoruz. Buradaki farklılık ise şu:
Bilindik seçilmiş kişi öykülerinde kahraman, ya Star Wars'taki Luke gibi seçilmiş kişi olgusunu fazla incelemez, sadece kendisine biçilen payeyi üstlenir hatta tadını çıkarır. Ya da Matrix'teki Neo gibi seçilmiş olmaya şüpheyle bakar, biraz tedirgindir ve üstlendiği misyon onu biraz korkutsa da elinden geleni yapar. Hatta belki de Harry'deki gibi ortada bir intikam durumu vardır ve bazen yolunu kaybeder ama yine de başarır. Dune'un seçilmişi olan Paul, benzerine rastlanmayacak biçimde özgüvenli, güçlü bir genç kişilik. Seçilmiş kişi ne demek biliyor, anlamını biliyor, o konuma gelirse neler olacağını da biliyor, olacakların hiç de iyi olmayacağını da biliyor ve bu nedenle o payeyi hak etse de, o yeterlilikte olduğunu biliyor olsa da bunu istemiyor. Ancak yapmak zorunda kalıyor çünkü bir bireyi olup arasına katıldığı, Arrakis'in yerel halkı olan Fremenlerin ondan beklediği bu. Paul'un bu farkındalığı ve tercihi, son derecede zengin bir öykü ve altmetin yumağı sunuyor.
Dune, her ne kadar bir seçilmiş kişi öyküsü sunsa da ana çizgisini, sadece Paul'ün öyküsüyle sınırlı tutmamış. Çok sayıda yan karakter, çok sayıda güç odağı var filmde. Tüm bu odaklar, çok değerli bir şeyin çevresinde toplanmış durumda: Baharat... Filme adını veren Çöl Gezegeni Arrakis'in barındırdığı baharat, Dune'un evreninde son derecede değerli bir madde ve imparator, farklı gezegenlerde hüküm süren yayılmacı hatta sömürgeci yönetimlere, bu baharatı hasat etmeleri için izin veriyor. Kendisi de payını alıyor, hasadı yapan hanedanlık da zengin oluyor. Ama bu yapı her şekilde Arakis'in ve oranın yerel halkı olan Fremenlerin sömürülmesi demek ki Fremenler, kadim kültürleri, çöle karşı duydukları saygı ve onunla kurdukları sıkı bağ ile her ne kadar ilkel bir toplum gibi görünseler de son derecede saygı uyandırıyorlar.
Çölde bulunan değerli bir şey ve onu almaya gelen zengin ülkeler... Neyi hatırlattı? Elbette Ortadoğu petrolleri ve Avrupa-Amerika... Dune, İslam coğrafyasını sömüren Avrupa ve Amerika'yı anlatıyor. Yani bu benzetime altmetin bile denemez, filmin üst ve pek açık metni bu zaten. Politik içeriği de buradan geliyor. Roman 1965'te yazılmış olsa da, günümüzden 8000 yıl sonrada geçiyor olsa da bugünü anlatıyor. Son derecede güncel bir öykü Dune.
Son olarak şu noktaya vurgu yapmak lazım: Filmin bence gerçekten hiç bir zayıflığı yok. Başyapıt seviyesinde bir iş ancak şaşırtıcı olmayacak biçimde romanın hayranları tarafından, genel olarak sadık olsa da bazı noktalarda romana sadık olmaması sebebiyle eleştiriliyor. Ben bu eleştirilere katılmıyorum. Çünkü temel olarak hiç bir uyarlama, romana tamamen sadık olmak zorunda değildir zaten. Edebiyat ve sinema farklı sanatlar. Yöntemleri, tavırları, bileşenleri, malzemeleri farklı. Bir roman sinemaya uyarlanırken elbette belirli ölçüde sadeleştirilir ve hatta bazen değiştirilir. Hiç bir roman uyarlaması film, romanın kendisi kadar metin zengini olamaz. Romanda istediğiniz kadar yazar, istediğiniz kadar detay ekler, istediğinizi istediğiniz kadar anlatırsınız. Ancak sinema bu serbestliğe sahip değildir. Sinemada senaryo, her sayfası 1dk'lık görüntüye denk gelmesi gereken bir metindir. Bu nedenle de sayısız ayrıntıyı yazamazsınız. Eğer bunu yaparsanız filmin, en önemli (ve yukarıda belirttiğimiz) bileşenlerinden biri olan akıcılığını, öykü kurgusunu, tavrını sekteye uğratmış olursunuz.
Ama buna karşılık da sinemada her şeyi inşa eder, görsel olarak var edersiniz. Bu nedenle de yazıyla anlatmanız zaten gerekmez. Metni sadeleştirmek bu nedenle zayıflama, fakirleşme demek değildir. Ama temel olarak filmde romandaki zenginliği aramak, romanda oyunculuk aramak gibi beyhude bir çabadır. O nedenle Dune Bölüm 2, romanın tüm detaylarını içermiyor olsa da kendi içinde hayli bütünlüklü, ikna edici bir yapı kurmuş ve Herbert'in bu eşsiz eserini kusursuz biçimde sinemaya tercüme etmiş bir film olarak saygıyı ve her türden övgüyü hak ediyor bence. İlk bölüm de çok iyiydi ancak tek bir kusuru vardı: Filmin bir finali yoktu ya da var olan final hem dramatik, hem duygusal hem de teknik olarak ikna edici sayılmazdı. Ancak burada bu açık da kapatılmış ve karşımıza uzun yıllar hatırlanacak çok iyi bir film çıkmış. İnanıyorum ki gelecek nesiller bizi, "Dune'u sinemada izlemiş şanslı nesil" olarak anacaklar. Keyfini çıkaralım.
Daha belirtilebilecek çok şey var aslında. Peygamberlik miti, filmin mistik tarafı, hanedanlıkların temsil ettikleri, filmin oyunculukları, efektleri vs. bir çok şey söylenebilir. Ama her şekilde övgülere devam etmek gerekeceği için bu kadarı da yeterlidir diye umuyorum.
Sağlıcakla, iyi seyirler...