Türkün, topraklarını kaybetmeden önce bile Suriye'de , Filistin'de, Hicaz'da arabulucu ve jandarmadan fazlası olmadığını, ne dil ne kültür olarak bu topraklarda kendinden bir şey koruyabildiğini anlatıyor. Ve Osmanlı'nın kendisini, Türklüğü bir kenara itip kendine farklı bir kimlik atfetse de kendinden başka herkes için Türk olduğunu.
Kitabı okuduğunuzda acı bir hakikati öğreniyorsunuz. Osmanlı 1. Dünya Savaşı'nda ve hemen öncesindeki savaşlarda en kıymetlilerini kaybetti, sonunda en değer vermediği topraklarla baş başa kaldı: Anadolu. Falih Rıfkı Atay, küçükken kendilerine Türk bile demediklerini, Türk'ün kaba saba insan anlamına geldiğini söylüyor. Araplar Arap ve Osmanlı'ydı, Rumlar Rum ve Osmanlı'ydı, Kürtler Kürt ve Osmanlı'ydı, Türkler Osmanlı'ydı. Türklerin sadece savaşa adam gerekince hatırlandığını, Osmanlı'nın en kıymetsiz milleti olduğunu belirtiyor. Bir yerinde şurada ölecek lüzumsuz adam lazımdı, Türkleri yolladı; benzeri bir ifade vardı ki içler acısı.
Osmanlı'nın savaşa nasıl boş yere sürüklendiğini, günümüzde hâlâ bitmediğini düşündüğüm tahsilli ile tahsilsiz arasındaki çekişme, gerilim ve kimi zaman düşmanlığın o dönemde de olduğunu ve bu sebeple orduda düzensizliğin olduğunu, Aslında Osmanlı'nın bu kadar toprağı kaybedeceği bir savaşa girmeme şansının da olduğunu ve bu şansın nasıl heba edildiğini, nasıl boş hayâller için devletin çocukça ateşe atıldığını, Arapların nasıl bir mantalite içinde bize ihanet ettiğini ki Hz. Muhammed'in mezarını ve Kâbe'yi Arapların Hıristiyan devlete vermesinden kurtarmaya çalıştığımızı anlatıyor.
Falih Rıfkı Atay'da hoşuma giden bir özellik de hoşuna giden, gitmeyen her şeyi açık açık anlatması. Hoşuna gitmeyenleri hızlı geçmiyor ki daha çok onları anlatıyor zaten. Kendi tarafını da acımasızca eleştiriyor. Karşı taraf da kim olursa olsun iyi taraflarını kabul ediyor. Yaptığı, gördüğünü anlatmak. Ne görüyorsa...
Kitapta en etkilendiğim bölüm, Dünya Savaşı bitip Suriye'den İstanbul'a dönerlerken Anadolu'dan geçişlerini anlattığı bölüm. Ben kitap okurken iki kere ağlamışımdır, birisi bu kitap ve bu bölümdür. Dönen herkese savaşa giden oğlu Ahmet'i soran bir kadından bahisle...
Ahmet'ini görsen ona da soracaksın: Ahmet'imi gördün mü?
Anadolu çeşme başına, yol kenarına, istasyona doğru eğilmiş, Ahmet'ini soruyor.
Değerini bilemediğimiz Ahmet'in değerini şimdi oğlunu soran anne kartalın gözlerinde görüyoruz.
İstanbul'a dönen trenler ışıkları kapalı, pencerelerinin muşambaları indirilmiş, Anadolu'dan utanır gibi çabuk geçiyorlar.
Son olarak, şahsî olacak ama, Falih Rıfkı Atay'ın da askerliğini yedek subay olarak yaptığını öğrenmek kendisine sempatimi artırdı. Yedek subaylığın (ihtiyād zābiti) Osmanlı'da da olduğunu bilmiyordum. Böyle ayrıntılar hoşuma gidiyor. Ayrıca kitapta anlattıkları da Kanal, Suriye ve Filistin cephelerindeki ordunun komutanı Cemal Paşa'nın yanında yedek subay olarak görevliyken şahit olduklarıdır.
Falih Rıfkı Atay'ın kitaptan sözleriyle tamamlamak istiyorum: Yalan, şarkta ayıp değildir. Şark ahlâkı doğruluğu ve fazileti gayet dar bir ölçüde benimser. Hususî ve şahsî ayıplara ve menfaate dair yolsuzluklara müsamahasızdır ancak yalanı ve zulmü ahlâksızlık saymaz.